Sabahtan bu yana içimden türkü söylemek geliyor. Söylüyorum da. Söylemek değil bu, mırıldanmak. Her dilime dolandığında beni anılarımla baş başa koyan, eskimeyen (en azından benim için) hiç eskimeyecek olan bir kavga türküsü bu.

Biz bu türküyü, ilk kez kol kola denizini arayan bir ırmak gibi Sultanahmet’e akarken, sol kolumda o narin kız, o yiğit yoldaşımla söylemiştik…

O gözler, o kumral gülümseme şimdi gözlerimin önünde. Sesim gereksiz her yükseldiğinde, dönüp bakıp gülümsemişti.

Gözlerinden içtim kavganın şarabını…

Aynı günün akşamıydı, iş dönüşü telaşlı, yorgun kalabalığa karışıp, biraz da itiş kakış Üsküdar vapuruna attık kendimizi. Ne çabuk dolmuştu vapur. Kısa bir aranmadan sonra, oturacak yer bulamayınca bıraktık. Arkalarda bir yerde korkuluklara yan yana kollarımızı koyup vapurun ardında bıraktığı beyaz köpüklere, denize inip kalkan, vapuru izleyen martılara bakıyorduk.

Günün yorgunu sesi kısılmıştı, fısıldar gibi konuşuyordu; “Coşkulusun bu gün” dediğinde utanmış, heyecanlanmış, gülümseyerek ama gözerlimi ondan kaçırarak geçiştirmiştim.

Yenebilseydim heyecanımı; “kavgada, seninle aynı safta, kol kola olmanın coşkusu” diyecektim…

Diyemedim. Öyle kaldı.

Birkaç ay sonra, izsiz mermiler geceyi delip geçerken, düştüğümüz faşist pusudan kıl payı kurtulup, sığınmışken bir gecekondu semtine, çıkıp geldi. Ellerinde telaş, gözlerinde telaş, sesi titriyordu.

Onu karşımda öyle görünce fırlayıp ayağa kalakalmıştım. Nasıl haber almıştı, ne tez gelmişti…

Ama şimdi bunların hiç birinin önemi yoktu. Karşımdaydı ve ben ona sarılmak istiyordum.

Ah! Ne çok sarılmak istemiştim, ne çok…

Gülümsemekle yetindik. Gözlerimiz en hüzünlü öykülerini yazdı o gece.

Neydi bizi tutan, yanlarımıza düşen kollarımızı kaldırıp sarılmaktan alıkoyan?

Kendi geleneğimize boyun eğiyorduk, kendi kurallarımızın gönüllü tutsaklarıydık…

“Bir şeyim yok” dedim.

Gösterdiğim sandalyeye oturdu. Aslında oturmak değildi bu. Kendini, yorgunluğunu, telaşını, korkusunu bırakmıştı sandalyeye…

Masada az önce elimden bıraktığım; Lenin’in, Devlet ve İhtilal kitabı, dağılmış gazete ve dergilerden elindeki boş bardakları koyacak yer bulamayan Naci, soba üzerindeki demlikleri gösterip; “Çayımız demlendi…” derken, Haydar sedirde oturmuş sazın hep bam teline dokunuyordu.

Bardaklara uzanıp yudumlayarak demli çayları, geceyi ağırlaştıran, türküler söyledik.

Çay, sohbet türküler, daracık odanın briketten örülmüş duvarlarının tutamadığı soğuktan kaçıp, teneke sobaya sığınarak, sabahladık…

Gün ışıyordu.

Dışarı kapının önüne çıktık. O okula gidecekti, ben kaçaklığıma dönecektim. Uzun, uzak yollar bekliyordu beni. Kaçaklık sürgüne dönecek ben öykülerini yazacaktım…

Sabahın soğuğu ellerimize uzanmış üşüyorduk, en çok yüreklerimiz üşüyordu. Kollarımızı bağladık, soğuktan kendimize sarılıp, güneşin yükselişini seyrettik.

O türkü gelip sıcacık koynuma girdi.

Son kez söyledik; yan yana, kol kola girmeden.

“Ciao bella ciao”

Sonra yıllar yılı ben hep uzaklarda yalnızlığımda ona; “ciao” dedim…

Hasan KAYA
09 Eylül 2012 Pazar

 

* güle güle güzel