Her şeyi anlatabilirim. Uçan kuşu, susan suları, rüzgârın önüne düşmüş giden bulutları, dağların yeşilini, morunu. Akşamın alaca karanlığını, o yorgun adamları, kadınları, o gülen çocukları, elbette ağlayanları da…

Elimi tutan çocukluk anıları çıktığım yollar. Ayrılık öyküleri, sürgün günleri ve her gittiğim şehirde, benden önce giden seni buluyorum, seni kaybediyorum.

Dedim ya; her şeyi anlatabilirim. Her şey, herkes bir yana en çok seni anlatmak geliyor içimden. Gözaltlarına oturmuş yorgunluğun mor halkalarını, susuşunu, ışıkları söndürüp uzaklara bakışını…

Ve sonra şiirler içinde gülüşün. Sana en çok yakışan da buydu. Belki bu yüzden seni ne zaman anlatmaya çalışsam, Edip Cansever’in; “Hiç gitmeyecekmiş gibi sevenler, Hiç sevmemiş gibi gittiler” dizeleri geliyor aklıma. Ardından sessizce bildiğim hiçbir dilde karşılığı olmayan, anlamını bulamadığım, buruk bir yalnızlık güncesi yazıyor yüreğim, kendi dilinde.

Çırılçıplak bir acı toplanıyor yüreğimde çoğalarak. (Tam da burada kalkıp kendime çay koyuyorum. Demli, ağır.) Camda yağmur taneleri, süzülüp iniyor geceye. İçimde kayıp çığlıklar kendi sesini arıyor, kendine susarak. Arkamı dönüyorum cama, uzak duruyorum kendimden, korkularımdan, yaşadığım uçsuz bucaksız yalnızlıklardan.
Ama gel dese koşacağım kendime…

Hiç olmayacak, kimse beklemesin benden. Kendini aklamanın telaşı ile bildik söz dizimlerine sarılmayacağım. Olur olmaz; arabesk yalnızlıkları çoğaltan kafiyesiz şiirlerin yanağa bıraktığı gözyaşlarını da anlatmayacağım. İhanetle sınanmış aşkların kısa ömründen hiç söz etmeyeceğim.

Ama uzun sevişmeler sonrası yorgunluğuna yağan mutluluk yağmurlarını anlatabilirim. Dudağımdaki uçuk sessizlik, tam da ısırdığın yerden küfre dönerken, eğilen zeytin dalı yeşil gülmeleri anlatabilirim…

Bir de gidişini, uzak durup susuşunu.

 Hasan KAYA
13 Ocak 2013 Pazar