.: Kimlerden korkuyorum…

Bu coğrafyanın en bildik, en tanıdık, her yerde karşınıza çıkanıdır o. Nerede karşınıza çıkarsa çıksın, kendini beli eder. Kendini ele vermek için adeta özel bir çaba içinde olur. Hemen tanınırsınız onu. Kendine özgü yürümesi, duruşu, konuşması, yemesi içmesi var. Abartmıyorum, kendine özgü gülmesi, bakışları var. Karşısındakinin açığını arayan, sinsi, iki yüzlü, hangi yüzüyle yüz yüze olduğunuzu, hangisinin konuştuğunu, size baktığını, gülümsediğini bilemediğiniz biridir o.

Ben onunla karşılaşmamak için her yolu dener, bazen yolumu değiştirim. Ama ondan kaçmak, kurtulmak o kadar kolay değil. Çünkü o her yerdedir.

Ne zaman bir yerde karşılaşsam, telaşlanırım. Midem bulanır. Tiksintimi saklayamam. Bir arada olmamanın bütün yollarını denemeye başlarım. Bahaneler uydurmaya gerek duymadan, erken ayrılırım oradan. Masasında, yanında görünmek, bir arada olmak istemem. Durup konuşmanın, onunla bir arada olmanın bir anlamı, bir yararı olduğunu hiç düşünmedim. Şimdiye kadar, ona anlatacağım bir şeyim olduğunu hiç düşünmedim.

Yokta…

Onun kimseyi dinlediğini, ya da dinler gibi yaptığını, bir şeyler öğrenmeye çalıştığını hiç görmedim. Her şeyi herkesten çok bildiğine inanır. Başkalarını dinlemeyi anlamsız, boş yere harcanmış zaman kabul eder. Ne zaman birileri ona, bir şey anlatmaya kalksa, gözü, aklı başka yerlerde gezer, az durur, burnundan solur, lafı en olmaz yerinden yakalar karşındakinin ağızlarına tıkar. Herkesin çok iyi bildiği sokak diline yakın sözcükleri kullanarak kurduğu tümcelerle, başlayan biten konuşmalarının dinleyeni çoktur. Dinleyici bulma sıkıntı çekmez. Her yerde çok sayıda dinleyen bulması, daha rahat, daha kontrolsüz olmasına neden olur. Bu, daha pervasız, daha uzun konuşmasına neden olur. Uzun konuşmaz, laf bölen, lafı dolandıran bir huyu vardır.

Tembeldir, bir işin ucundan sabırla tutuğu görülmüş şey değildir. Ardında yarım kalmış, birikmiş işler, verdiği sözler öylece durur. Düşünmeye üşenir, araştırmak, sorgulamak yaptığı iş değildir. Toplumdaki hakim düşünce, görüş, çözüm, neyse onu tekrarlar. Çoğunlukla güçlünün ağzını sokağın ağzına yakın bir seviyeye çekerek konuşur. Onu günün bilgisiyle, aklıyla konuşurken görmezsiniz. Hiç bir önermesi, günün aklı ve bilgisinin izlerini taşımaz.

Onu dinleyenlerin çokluğuna bakınca karamsarlığa kapıldığım çok olmuştur. Bu coğrafyanın az sayıdaki kendini bilenleri adına, çocukları, kadınları, dağı, taşı, ormanları, akan suları, denizleri adına üzülmüşümdür. Onun gözünde hiç kimsenin, hiçbir şeyin değeri yoktur. Okumanın, bilmenin, doğru yerde durmanın, doğanın, insanın bu kadar değersizleşmesi, gelecekle ilgili düşlerin oluşmaması/kurulmaması onun elini kolunu sallayan hoyratlığı, pervasızlığından.

Evet, o kadar…

Sevgili Ahmet, Gökçe adaya yaptıkları gezide, adaya sonradan, Türkiye’den gelenlerin yerleştiği kesimlerinin, neden bu kadar kıraç, bu kadar yeşil yoksulu olduğu sorusuna aldığı cevabı anlatırken; bir kez daha anladım, bu adamlardan korkmakta ne kadar haklı olduğumu. Bir zamanlar her yeri zeytin yeşili, ormanlık olan bu adanın, kıraç sessizliğinin nedeni; Rumlardan boşalan köylerden birine yerleşen Karadenizlinin ayağına batan diken.

Sen misin batan, sen misin kan çıkaran, sen misin can yakan!

Artık çalılık ile Karadenizli arasında bir kan davası vardır. Canı yanan Karadenizli, öfke, kin ve öç alma duygusuyla çakar kibriti, çalılığı yakar. Çalılık yandıkça, Karadenizli sevinir, öfkesi, öcü soğur. Ama yangın orada durmaz, büyür. Rüzgarın da yardımıyla bütün bir yeşil, yok edilir.

Elbet bu kadar değil.

Hırsları, öcü, paraya düşkünlüğü her şeyin önüne geçer, gözü hiçbir şeyi görmez, kirletmek, yakmak, yıkmak yok etmek sıradanlaşır. , acıtan bir şey olmaktan çıkar.

Daha çoğu var. Daha büyük acılar, daha büyük dramlar. Hele Sivas Madımak aklıma gelince, olup biten her şey küçülür gözümde. Yanan ormanlar, kirletilen denizler, ırmaklar bir hiç olarak kalır. İnsanın yakılmasından, ateşlere atılmasından daha büyük günah olabilir mi?
İşte bu günahında sahipleri onlar.
 
Hasan KAYA
4 Eylül 2016 Pazar