Anladığımdan bildiğimden değil, baktıkça çevreme; nedense öyle aklıma geliyor birden bire. Doğadaki hiçbir renk en usta ressamın fırçasından tuvale düşen renklerle kıyaslanamıyor.

Hele o yeşil, o mavi, o yaban çileği kırmızısı, kayaların gri, kirli beyazı… O yollar o toprak kokusu…

Yazarak anlatabilir miyim ben bu renkleri, bu güzelliği bu sadeliği.

Ne mümkün!

Bir patikayı dolanırken bir keçi yolundan yokuş yukarı çıkarken, dizlerimin dermanı kesilmiş, soluk soluğa, durup dinlenirken. Bir dönemeçte, yol ayrımında uzaktan gözüken mavi deniz, körfezin sularına düşmüş günbatımı sessizliği.

Ormanın sesi çoğalıp dağ sesi oluyor, bir sıçrayışta önümüzden geçip giden sincabın ardından dönüp uzaklara bakıyorum. Her şeyden uzak kendime yakın, bekliyorum uzaklara gidenleri, geride kalanlarımı…

Hırçın ve yalnız dağ sessizliği içinde kalan sesim, içimde bulduğu her kayaya çarpıp yankılanıyor.

Geride kalanlar gelip yetişiyor “Bu dağ, İda dağı” diyor. Binlerce yıl ötelerden gelen o mistik arkaik ses. Önce serin sularında temizlenip arınıyor. Sonra ne kadar çiçek, kekik, ne kadar ot, çalılık varsa hepsine değip, kokusuna karışarak, gelip buluyor beni, oturup soluklandığım yerde.

“Kim bilir, şiirsel söz dizimleri ile başlayıp biten o mitolojik söylencelerden hangisini anlatacak” diye aklımdan geçiriyorum, heyecanla bekliyorum. Tanrılardan ateşi çalan o kahramanı, Prometheus’u anlatsın.

İlk önce ondan başlasın. Karanlıklar içinde kalmış ülkeme, yorgun ellerimin ülkesine.

Şehirlerin kirlettiği ne varsa arınıyor kendi rengiyle. Uzat diyor elini bu kadar yakınken maviye, yeşile., mutluluğa…

“Hadi durma” diyor gülen yüzünde arkadaşların sevinç.

Yürüyoruz, yorgunluktan eser yok akşamın anlında boncuk boncuk ter…

Yürüyoruz…

Hasan KAYA
30 Aralık 2013 Pazartesi