Akşam kötü başladı, oradaki koşuşturma içinde izleme olanağın olup olmadığını bilmiyorum ama bütün gün rehine krizi, Musul Konsolosluğundan alınan 49 rehinenin Türkiye’ye getirilmesi konuşuldu, tartışıldı.

Biliyorsun daha önce de sana yazmıştım, baştan beri kuşkuyla yaklaştığım, altında hükümet çevrelerinin bir hinliğinin yaptığına inandığım bu olay katlanması zor da olsa, fazlasıyla haber değeri taşıyor. Haber Kanalları bu fırsatı kaçırmadı, bir haberle tüm günü kurtardılar.

Akşam olduğunda, adına Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) denen barbar maşanın Kürtlere saldırmasıyla binlerce insanın aç susuz sınır boyunda yaşadığı Kobani dramını anımsayacaklarını bekledim.

Boşuna beklediğimin ortaya çıkması çok sürmedi. Bütün kanallarda yine rehine krizi, üstelik hiç kimse, sorulması gereken soruları sormaya cesaret edemeden uzunca tartıştı durdu.

Hiç fidye almadan, takas yapılmadan, hiçbir talepte bulunmadan neden ellerindeki rehineleri bırakılmışlardı?

Türkiye’nin, Amerika’nın kendisine karşı oluşturduğu büyük koalisyona imzasız katılmış olmasından duyduğu memnuniyetten olmazdı bu.

Değil de…

Fidye verilmedi, takas yapılmadıysa, geriye bir tek olasılık kalıyor, o da; dünyanın konuştuğu petrol alışverişi olabilir. Türkiye’nin tüm resmi ağızları inkâr etseler de, IŞİD barbarlığının Irak ve Suriye’de ele geçirdiği petrol kuyularından çıkardığı petrolü Türkiye’nin dünya pazarına çıkardığı savı, rehine krizinin, bu denli sorunsuz haledilmesiyle ete kemiğe bürünmüş oluyor.

Haber Kanallarında, özelikle de şu yandaş olanlarda hep aynı terane; Milli İstihbaratın başarısı, Cumhurbaşkanı, Başbakan derken hükümet tarafında kim varsa bu mucizede pay sahibi. 101 gün sonra yağdan kıl çekilerek her şey hal edilmiş, rehineler sağ salim yurda getirilmiş…

Başarı, büyük başarı…

Yıllar sonra, bu büyük başarının bütün ülkenin utanacağı bir şey olacağından nedense hiç kuşku duymuyorum. Ama bu şimdi hiçbir şeye yaramıyor, barbar bir maşanın ateşinden kaçan Kürtler bu büyük başarının gölgesinde unutulabilir. Onları ve diğer tüm mazlum halkları anımsamak isteyen yok.

Tamam, et tırnak kardeşiz, kız almış vermişliğimiz de var, ama hepsi o kadar. Orada sınır boyunda yaşanan büyük insanlık dramı dünyanın gündemi değil, Türkiye’nin hiç değil.

“Barış süreci” dense de hala bu ülkenin korkuları var. Irak’ın ardından Suriye’de oluşmakta olan “Özerk Kürt Bölgesi (Rojava) Türkiye açısından kabul edilebilir değil. Hala sınırlarımızın ötesinde Kürtlerin attığı her adım Türkiye’ye etkileri üzerinden değerlendirilerek politika üretiliyor.

O mağrur, o büyük, o güçlü ülke bütün övündüğü ne varsa unutarak, korkularının gölgesinde barbar bir maşayla kendisini de yakacak yangınları çoğaltacak ateşi ortalığa saçıyor…

Çünkü korkuyor.

Üstelik yıllardır korkularının açtığı bir kapının olmadığını gördüğü, bildiği halde korkularına sarılıyor.

Ama insanın olduğu gibi, toplumların, devletlerin de korkularından kurtulması, onları yenmesi hiç kolay değil.

Kendimden biliyorum.

Senden uzak durmamdan biliyorum. Sana “Gel” demememden biliyorum. Seni, herkesin acısını, dramını görmezden geldiği, korkup kaçtığı, Şengal’de Ezidi, Kobani’de Kürt gibi yalnız bırakmamdan biliyorum.

Geceye bu duygularla girdim. Sustum, kendime küstüm şiirlerde avuntu aradım.

Önce Cemal Süreye, sonra Edip Cansever derken Nazımla devam ettim…

“Ne güzel şey seni hatırlamak” diyor Nazım. Sonra bir başka şiirde; “O şimdi ne yapıyor / şu anda şimdi, şimdi?“ diyor.

Ne bildik bir telaş, ne bildik bir merak…

Şu anda şimdi, şimdi ne yapıyorsun?

İlerleyen saatlerde her kitaptan bir sayfa açık bıraktım masada; kalkıp kendime bir kahve yaptım Oturup gökyüzünün lacivert yalnızlığında parıldayan yıldızları seyrettim. İçlerinden biri bana daha yakın, daha ışıltılı geldi. Adına; “Sarı Yıldız” dedim ve gözlerimi ondan ayırmadım uzun zaman.

Ben tam bir şeyler mırıldanacaktım ki; Sarı Yıldız konuşmaya başladı, kanmaya, kandırmaya, aşka, yanmaya çağırıyordu beni.
Olmaz böyle bir şey derken; gözlerimi aldı benden, yüreğimi, acılarımı, kederlerin hepsini…

Sustum.

İlk kez gün doğmasın istedim, ama gün sökün etmiş geliyordu, az sonra güneş aramıza girecekti. Buna hazır değildim, yüreğimin sızısına tutunup, tül perdeleri aralayarak, bana ulaşan denizin sesine bıraktım kendimi.

Denize eğiliyorum, kulağına fısıldıyorum; “Belki” diyorum “acıdan kaçıyorum.” Her yerde ölüm, her yerde kaldırılan bir cenaze, ağlayan kızlar. En çok kızlar mı ağlıyor babalarına, oğlanlar vakur durmaya çalışırken.

Her yerde o büyüyen acı…

Kaçamıyorum…

“Belki” diyorum “sevdiğimden.”

“Belki” diyorum “korkuyorum.” Çünkü benden alıyorsun sarı çöl yalnızlıklarını. Çoğalıyorum, çok oluyorum seninle.

Belki diyorum “yorgunluktan, uykusuzluktan”

Uyumaya gidiyorum özlediğim sabahına, uykuların en derin yalnızlığında seni buluyorum her döndüğümde, koynumda sıcağın, yastığımda saçlarından saçılmış yıldız tozu.

Hasan KAYA
(Pulsuz Mektuplar)
21 Eylül 2014 Pazar