Kitabın yeni bir sayfası açılıyor şimdi. Bu da sessizlikle başlıyor. Ama bu kez sessizliği çocuklar taşıyor. Ufak ellerinde taş, çekiç, bez torbalar. Ayaklarında delik ayakkabılar, bazen hiç ayakkabı yok. Gözlerinde neşe değil, dikkat. Çünkü hata yaparlarsa, ekmek gider. Ya da can.
Bu, çocukluğun susturulduğu bir sayfadır. Ne şarkı vardır bu sayfada, ne okul zili. Ne teneffüs, ne annesinin elinden tutup parka koşmak. Bu sayfada, sabahın köründe yola düşmek vardır. Fabrikaların arka kapıları, atölyelerin havasız bodrumları, madenlerin karanlık ağzı vardır. Dökülen boyaların arasında, parmaklarını makineye kaptırmaktan korkan bir küçücük beden. Ve kimsenin duymadığı bir iç ses: “Ben buraya ait değilim…”
Ama o ses, kaybolur. Çünkü o sesin üstüne beton dökülmüştür. Yoksullukla karılmış, devletin körlüğüyle kurutulmuş, patronların açgözlülüğüyle sertleştirilmiş bir beton. Çocuklar konuşamaz. Çünkü konuşmalarına izin verilmez. Ve konuşsalar bile kimse dinlemez. Bir çocuğun sabah güneşine değil, fabrika neonuna gözlerini açması; sokakta misket oynaması değil, yük taşıması; oyun arkadaşları değil, taşeronların emirleriyle muhatap olması sıradanlaşmıştır. Bu bir istisna değil, sistemdir.
Dünyada bugün 160 milyondan fazla çocuk işçi var. Bunların neredeyse yarısı tehlikeli işlerde çalışıyor. Kimisi madenlerde, kimisi savaş alanlarında, kimisi ev kölesi gibi dört duvar arasında. Türkiye’de ise çocuk işçiliği kayıt altına alınmaz, çünkü sistem görünmeyeni görmeyi sevmez. TÜİK verileri susturulmuş raporlarla, sendikaların hazırladığı gölge raporlarla çatışır. Her yıl onlarca çocuk “çalışırken” ölür. Kimisi asansör boşluğunda, kimisi tekstil makinesinde, kimisi inşaat iskelesinde… Üzerlerine çöken sadece çimento değil, unutuluşun ta kendisidir.
Peki, bu çocuklar neden susturulur? Çünkü onların konuşması, düzenin ayıbını ifşa eder. Bir toplumun en savunmasız üyelerini, en ağır sömürüye maruz bıraktığını gösterir. Bir devletin, yurttaşlarının en küçüğüne oyun hakkını bile çok gördüğünü ortaya çıkarır. Bu yüzden o çocukların hikâyeleri, ders kitaplarında geçmez. Hiçbir müfredata yazılmaz. Onlara “geleceğimizsiniz” denir, ama o gelecek şimdiden çalınmıştır.
Eğitim sistemi bu çarpık sessizliği üretmekte en etkin araçtır. Okullar, çocuğun yoksulluğunu gizleyen, çantasına açlık koyup onu başarı yarışına sokan kurumlardır. Müfredatlarda işçi çocuklar yoktur; onların yerine, zenginleşmenin başarı hikâyeleri, girişimciliğin “kendi ayakları üzerinde durma” masalları anlatılır. Çocuk işçiliği değil, “çalışkanlık” kutsanır. Yoksulluk değil, “azimle tırmanmak” yüceltilir. Böylece çocuk, kendi yoksunluğunu kişisel bir eksiklik sanır; sistemin yarattığı adaletsizliği değil, kendi başarısızlığını suçlar. Bu, suskunluğun en derin biçimidir: Kendi acını anlamamana neden olan ideolojik sessizlik.
Ve bu sessizliği sadece çocuk değil, bütün bir toplum paylaşır. Mahalleli bilir o çocuğun işe gittiğini. Öğretmen bilir onun sabah neden uykulu olduğunu. Devlet bilir, patron bilir, gazeteci bilir. Ama susarlar. Çünkü o çocuğun sesi duyulursa, sistemin düzeni sarsılır. Ezber bozulur. Ve kimse ezberini bozmak istemez.
Oysa her kitapta bir kırılma anı vardır. Sessizlik Kitabı’nda da bu kırılma, çocukların sesinin yankılandığı andır. Belki bir annenin isyanında, belki bir öğretmenin susmayı reddedişinde, belki bir fotoğrafta yere düşmüş minik bir cesedin utanç verici gerçeğinde… O an gelir. Ve bu sistemin susturduğu çocuk, bir direnişin simgesine dönüşür.
Bu bölüm, onların adınadır. Toprağın altında kalan, makinelere sıkışan, yok sayılan, çocukluğu gasp edilen, ismini bile bilmediğimiz on binlerce çocuk için yazılmıştır. Bu bir ağıttır ama aynı zamanda bir ifşa. Bir methiye değil ama bir yüzleşme. O çocukların elleriyle yırtamadığı sayfayı, şimdi bizim yırtmamız için…
Çünkü çocukların sesi duyulana kadar, bu kitap tamamlanmış sayılmaz.
Hasan KAYA
12 Haziran 2025, Perşembe