.: Çürük elma…

Herkesin saygı duyduğu, birlikte olmak, konuşmak istediği Dedem, sabah erkenden kalkar duşunu alır, tıraşını olur, takım elbisesini giyer, kravatını takar, kahvaltısını eder çıkardı. Her zaman aynı kahvehaneye gider, aynı masada oturur kahvesini içer, öğlene doğru eve döner ve bir daha dışarı çıkmazdı. Kahvede her zaman etrafı dolu olurdu. Kimseye ne iş yaptığını, nereden emeli olduğunu demediğinden, herkesin bildiği çok farklıydı. Öğretmen olduğunu sanan da vardı, yüksek devlet memurluğu yapmış olduğunu düşünen de. Oysa sıradan bir çok iş yapmıştı, içinde amelelik, çavuşluk Tekel’de depo amirliği de olan. Kahvehane oyunlarını oynamayı sevmez, oynamazdı, genellikle kahvehanedeki zamanını gazete okuyarak ve sohbet ederek geçirirdi.

Herkesin konuşmak için can attığı Dedem bizimle, çocuklarla pek konuşmazdı. Bizi ciddiye almaz, konuşup sohbet etmezdi. Konuştuğunda emir kipi kullanır, neyi yapacağımızı, yapmayacağımızı, söylemekle yetinir, söylediğinin yapılmasını kesinlikle isterdi.

Despot değildi, sözünü dinlenmediğimizde el kaldırmaz, kimseye vurmazdı, ama küserdi, günlerce konuşmaz, yüzümüze bakmazdı.

Bu kendince bizi cezalandırmasıydı.

Bir gün benimle konuşmasının uzadığını, emir kipi kullanmadığını çok sonra fark ettim. Baya baya sohbet ediyorduk. Sorular soruyor, öğrenmek istiyor, bazen itiraz ediyor, kendi görüşünü söylüyor, geçmişten, kendi hayatından örnekler veriyordu.

Karakola düşmemi, gözaltına alınmış olmamı büyüdüğüme, adam olduğuma yormuş olacağını yıllar sonra düşündüm.

Devlet bir kişiyi muhatap alıyorsa, o çocukta olsa artık büyümüş kabul ediliyordu. Örneğin askerlik yapmak büyümüş olmanın bir ölçüsüydü. Çünkü devlet adamdan sayıp, eline silah veriyor, ülkeyi korumaya çağırıyordu. Öyle görüldüğünden olacak ki; kız verilmesi, yuva kurup çoluk çocuk sahibi olması, sözünün dinlenmesi de askerlikten sonra mümkün oluyordu.

Ben askerlik yapmamıştım, devletin beni adamdan sayıp, askere çağırması için daha üç yıldan biraz fazla zaman vardı. Ama henüz çocuk yaşta da olsam, devlet beni adamdan sayıp gözaltına almış, günlerce ayağa her kalktığımda canımın yanacağı kadar işkence yapmıştı.

Dedem, benden kendince ilk elden sol üzerine bilgilendiğini düşünüyordum, ama o beni konuşturmak, neye ne kadar inandığımı ölçek istiyordu. Çünkü benim bildiklerim sınırlıydı. O sınırlı bilgimle anlattıklarımdan da olsa; “Sizin derdiniz, eşitlik, herkesin mutlu olduğu adil bir düzen” dediğinde bütün söylemek istediklerimi özetlediğini görünce şaşırmış, o kadarda bilgisi olmadığını düşünmeye başlamıştım.

Üstelik başkaları gibi “eşitlik” sözüne karşı çıkmamıştı, “olmaz” dememişti. Bunu fark etmemem mümkün değildi. Çünkü o günlerde ne zaman birileriyle konuşsak, tartışmaya girsek, elini kaldırıp, eldeki beş parmağın, beşinin eşit olmadığını gösterip itiraz ederlerdi. Tanrı bile eşitlikten yana değildi, biz onu nasıl sağlayacaktık! Dedem hiç itiraz etmemiş, hatta “bu kıymetli bir şey” demişti.

Sonraları benden ne zaman söz etse “o adaletten yana kimseye bir haksızlığı olmaz” diyerek beni savunması hep hoşuma gitmiştir. Şimdi çok emin değilim, belki de bu tanımlama beni olduğumdan, olacağımdan çok daha adil olmaya itti sanki. Onu yanıltmış olmak için hep adil olmaya, hakkaniyetli olmaya çalıştım. Bunun zararlarını da gördüm, faydasını da…

Dedemle o ilk sohbetimizde merak ettiği bir başka şey daha vardı. O, solu öğrenmekten daha önemliydi sanki. Ben gözaltındayken, karakol komiserine kadar çıkmış, “parmak kadar çocuklardan ne istiyorsunuz” demiş, salınmamızı istemişti. Komiser de, “onların bir şey yapmadığını biz de biliyoruz. Bir isim versinler salacağız” demiş.

Dedem o ismi/isimleri neden vermediğimi merak ediyordu. İnsanın kendi canını, özgürlüğünü hiçe saymasının altındaki gerekçemi öğrenmek istiyordu. Lafı ustaca dolandırıp, neden hiçbir isim vermediğimi sordu.

“Kimseyi tanımıyorum ki…” dediğimde gülümsedi. Anlamıştım, o da hiç kimseyi tanımadığıma inanmıyordu. Ama bende sanki karakoldaymışım, sanki karşımdaki polis, komisermiş gibi cevap verdiğim için biraz utandım. Kim bilir belki temkinli olmak, ilkeli olmak herkese uygulanacak bir şeydi.

Sonra ortada bir suç yoktu, kimseye edilmiş bir kötülük, bir eziyet yoktu ortalıkta. Bizi yakalamış, canımızı yakmışlardı. Başka başka arkadaşların neden canı yakılsındı, aynı şeyleri onlar neden yaşasınlar anlamına gelen bir şeyleri o zamanki sözcüklerimle anlattığımda, hiçbir şey demedi, uzun uzun bana bakmakla yetindi.

Çok sonra; “Arkadaş önemli” dedi.

Sonra çocukluk arkadaşlarından söz etti, köyde onlarla neler yaptıklarını, küçük bir dağ köyünde, küçük bir hayatın içindeki dayanışmalarını, zorluklarla nasıl baş ettiklerini anlatı. Biraz hüzünlenmişti. Biri dışında çoğu ile ilişkileri kalmamıştı, cenazeden cenazeye karşılaşırlarsa ayak üstü sohbet ediyorlardı. Arkadaşlarından en çok özlenenleri, hayata olmayanlardı. En güzel anılar hep onlarla olanlardı sanki. Çok tanık olmuştum “rahmetli” diye başlayan sohbetlerine. Hani şair diyor ya, “Ölünce biz de iyi adam oluruz” dediği gibi miydi, yoksa gerçekten iyiler mi konuşuluyordu böyle?

En çok da, diğer Dedemi anlatı o gün, onu hiç tanıma şansım olmadığı için, çocukluk arkadaşı olan Hasan Dedem hakkında çok bilgim yoktu. Çalışkan biri olduğunu, babasının ölümünden sonra başına kalan kalabalık bir nüfusu olduğu, sonra ona kendi çocuklarının katıldığını, bu yüzden de işten güçten pek zaman bulamadığını anlatı.

“Yoksulmuş…” dediğimde, kim değildi ki der gibi gülümsedi. Sonra köydeki hayatı anlatı. Yoksulluğun o köyün kaderi olduğunun manzarasını çiziyordu sanki. Olanları sayıyordu, olmayanları saymak uzun bir liste olacağı için. Olanların hepsi manevi şeylerdi, komşuluktu, arkadaşlıktı, hayata renk olan küçük didişmeler, kavgalar, olmadık şeylerden gülüp eğlenecek, biraz olsun soluk alacak şeyler çıkarmaktan ibaretti. Dedemin hep arkadaşlarından yana kazıklandığını, kardeşlerinin onun iyi niyetini kullandıklarını anlatı, “yoksulluğunun bir nedeni de bu” der gibi.

Sonra o günkü konuşmamızdan hep aklımda kalan, araya sıkıştırdığı arkadaşlık üzerine söyledikleri kaldı. Bu tamda o karakolda arkadaşlarımın adını vermemem üzerine söylenen bir şeydi. Sözcüklerini itinayla seçiyordu. Şimdi anımsadığım kadarıyla, arkadaş ele vermek, insan olana yakışmadığı, zorluk karşısında, bazen dik durmak gerektiğini söylerken, yaptığımı onayladığını anlatmak istiyordu.

Biraz soluklandı, bana baktı “ama” diyerek söze başlayıp sürdürdü konuşmasını. Arkadaşlarımı iyi tanımalıydım. Kime güveneceğimi iyi bilmeliydim. Bunları söylerken o bildik Dedelerin nasihat veren tavrından çok uzaktı. Daha çok görmüş geçirmiş bir adamın tecrübeleriyle konuşuyordu. “Elmanın çürüğü dışardan bakınca belli olmaz, onu dişlemeden anlayamazsın” derken ona duyulan saygının hiç de haksız bir saygı olmadığını düşünüyordum. Hep oturduğu o tekli koltukta, arkasına yasalanıp ayak ayak üstüne atı, gelen kahvesinden bir yudum alıp devam etti. “Birlikte yol yürümeden, yaşamadan kimse kendini belli etmez, işte, yolda, zorda insan kendini ele verir. Ama daha çok birlikte olmaktan, birlikte yürümekten korkmadığı, rahat olduğuna, birazda kolay lokma olduğuna inandığına, yüzüne örtüğü peçeyi kaldırır, gerçek yüzünü gösterir. Vermeden almayı, küçük hesaplar peşinde koştuğunu o zaman gösterir.”

O zaman kulak arkası ettiğim, kulağımın arkasına yazdığım bu sözler, yıllar içinde hep doğrulandı. İçten, güvendiğim inanarak birlikte yürüdüğüm arkadaşlar, onlara güvenimin, sevgimin tam olduğuna inandıkları her seferinde gerçek yüzlerini gösterdiler.

Hepsi çirkin değildi elbette, kimi o güzelim yüzlerini neden peçe altında sakladılar bilmiyorum. Buna hiç ihtiyaçları yoktu onların. Ama bazıları son derece haklıydılar peçe kullanmakta, yüzünde bir maske ile gezmekte…

Çünkü gerçekten iğrençtiler…

Hasan KAYA
6 Temmuz 2015 Pazartesi