Dalgın, başı önde gelip oturdu masaya. “Hoş geldin” dediğimde başını kaldırdı. Gözlerimin içine bakıp bir şeyler arandı.

Sustu.

“Neyin var” dememi bekliyordu. İnatla, birazda sabırla sormadım. Biliyordum, benden saklamaz ne olmuşsa anlatırdı…

Elindeki çakıl taşlarını masaya koydu. Pembe olanda koyu kahverengi damarlar vardı, kalp şeklini vermişti dalgalar aşındırarak. Diğeri şekilsiz, mavi lacivert arası bir renkliydi…

Hep yaptığı gibi denize atacaktı az sonra.

Yıllarca sahilden rast gele alınmış bir tek çakıl taşıydı denize attığı. Uzun bir zamandır iki olmuştu o çakıl taşı. Çay bahçesine gelmeden sahilde arar, özenle seçer ve her akşam burada, bu çay bahçesinde akşam kahvesi içilirken denize atılırdı…

Neden iki tane, neden çakıl taşları ve neden denize atılıyor her akşam bu saate diye sormadım…

Her akşam bu saatlerde; sanki bilmediğim bir inancın ayininin tanığı yapıyordu beni.

Önce çakıl taşlarını cebinden çıkarır masaya yan yana koyar onlardan gözlerini ayırmazdı. Az şekerli kahvesi, soğuk bir bardak su ile gelinceye kadar bekler, ilk yudumu alır ve çakıl taşlarını bir biri ardına denize sessizce bırakırdı.

Bu akşam denize bırakılacak olan ilk çakıl taşı kalp şeklini alandı. Eline aldı, ona bilmediğim bir dilde, bilmediğim bir inancın tüm kutsallarını çağırarak dualar eder gibi bakarak denize bıraktı.

Ardından diğeri yine aynı özen, yine aynı alışkın devinimlerle suya bırakıldı…

Rahatlamıştı sanki. Belki de bana öyle geliyordu.

“Gideceğim” dedi birden bire…

“Nereye gideceksin” diye sormak yerine; nereye gidebileceğini düşünmeye başladım. Gidebileceği, bildiğim bir yer yoktu. Yorgundu, uzakları gözü kesmezdi. Sonra bir bekleyeni, gidebilecek bir yeri de yoktu.

“Şiirden gideceğim, kendimden”

Dizelerin sessiz yalnızlığına çekiliyordu. Gidebileceği tek yer de orasıydı… Biraz sabırlı, birazda çalışkan olsaydı dizelerin o sesiz yalnızlığından mükemmel şiirlerle dönebilirdi.

Ama o hep heyecanına yenildi, telaşlı ile ne yapacağını bilmeyen bir çocuk gibi attı kendini hayatın içine… Kavgacı, hırçın, geçimsiz biri olarak bilindi…

Hiçbir şey göründüğü gibi değildi onda.

En sıradan sözcüklerin sığlığında derin bir yalnızlığı gezdiriyordu yüreğinde, en uzak sözcüklerin ötesinden yakını olabiliyordu herkesin…

Şimdi böyle dizelerin sessiz yalnızlığına çekilmişken kederli gözlerine eşlik eden ince gülümsemesi ile yüreğimi burkuyordu…

Elimden gelse çeker alırdım onu oradan. Ama ona şimdi ulaşmak, onu tutmak zordu. Ve o hep kendi başına çıktı yolculuklara, bir başına yalnız döndü kederlerini alt etmiş, acılarını yenmiş…

Dönüşünü beklemekten başka çarem yoktu.

Hasan KAYA
11 Ağustos 2012 Cumartesi