Aynı manzara. Zakkumlar arasından görünen hırçın deniz. Mavi değil. Daha çok gri, daha çok kirlenmiş bir hırçınlık bu. O delirdikçe içimde bir durağanlık, dinginlik oluşuyor. Hiç değilse yüreğimin susmasına seviniyorum.

Kendimi kandırmak mı bu…

Ne demeye saklayacağım bilmiyorum. Evet,  aylardır kendimi kandırıyorum. Gurur değil bu. Çaresiz bir kaçış, ne diyeceğini, ne yapacağını bilmeden kendinden kaçma denemesi.

Denediğimle kalıyorum. Hiçbir işe yaramıyor. İnsanın kendinden uzağa, bir adım öteye gidememesine, yakalanıyorum.

Bu uzun yürümeler. Esnafla oturup konuşmalar. İşlerini sorup onların bol küfürlü, gelecek kaygılarını dinlemenin nedeni ne?

Duyarlı, ilgili adam tavrı, yol gösteren oluyor bazen. Bazen sadece hak veren…

Herkesi dinleyen ben, bir tek kendimi dinlemez oldum. Herkese geçen sözüm kendime geçmez oldu.

Borsa inişteymiş. Çıksa ne olacaktı. Kuruşum yok borsada. Ama ben üç kuruşunu borsaya yatırmış büfeci ile borsa üzerine uzun bir konuşmaya tutuşuyorum.

Küçük adamlar gibi, küçük yatırımcının da hep kaybedeceğine nedense inandığımdan başka ne biliyorum…

Ondan kurtulup; Kahveciye yakalanıyorum.

Tarih konuşmayı seviyor benimle kahveci Tahir. Hepsi takvim yaprağından, günlük gazetelerin magazinleştirilmiş tarih anlatımından aşırılmış bilgiler. Üç kıta, Viyana kapıları, at sırtında ecdadımız anlatıp duruyor. Bir kulağı az sonra okunacak öğle ezanında.

Kahveci Tahir’in bir yanı; “eskiden” demekten eskide kalmış. Kendi tarihini yazıyor. Benim geride bıraktıklarımı anımsatıyor. Eskimeyen, susmayan anılar ve yüreğimin sesi…

Saltanat içinde sultanlar, saraylar. Mehter Marşı ile çıkılan seferlerden dönüyorum, yenilmiş, yorgun…

Dudaklarımda diş izi, susuyorum.

Nasıl kurtuldum esnaftan, kendimi ne zaman attım sahile bilmiyorum.

Dalgalar kıyıyı dövüyor. Sandallar zor tutunuyor kıyıya; uzun bırakılmış iplerinin ucunda. Dalgaların sırtında havalanıyorlar. Sonra birden dibe vururcasına, inip çıkıyorlar her an batacaklarmış gibi.

Havada tuz ve yosun kokusu, havada zakkum ve zeytin kokusu. Hepimiz kadar kirlenmiş ve hırçın denizlerden geliyorum…

Biraz mavi gökyüzü, daha çok gri, dağlar hep zeytin yeşili. Uzak, çok uzaklarda uzun lacivert bir geceden kalmış bir hüzünle yürüyorum.

Yol her adımda uzuyor, bitmek bilmiyor. Denizden esen rüzgâr yolumu kesiyor, yürümemi güçleştiriyor.

“Kolay olan ne var ki?”

Güzele tutunup çıkıyoruz yollara. Güzele yaslanıp duruyoruz en zor yol ayrımlarında. Günlerdir güzel hiçbir şey kalmamış gibi durmadan, biteviye hayatın zoru, acısı, yaşanmış pişmanlıklar çıkıyor yoluma.

“Buradan ötesi yok” diyorum…

Her çıktığım yolda, yolculukta yolumu kesiyor anılar. Adım atmak, ileri gitmek istemiyorum. Yol büyüyor gözümde.

Her yolun en olmaz duraksamasında, kızıl sessizlik içinde giderek büyüyen, beni içine alan, bir top ateş oluyor yüreğim. Rüzgârla savrulan, rüzgârla büyüyen yalımlar, acıları yakan, kül eden Sivas yangınından kalan yalımlar anılar. Geriye dönüşü yoktu artık. Her pişmanlık, her keşke; kaçmış bir ilmik, oya oya, emek emek örülmüş ömrümün kirlenmiş dantelinde…

Hasan KAYA

19 Mart 2010 Cuma