Her toplumun içinde konuşulması yasak olan bir şeyler vardır. Bazen bir cinayetin adı anılmaz, bazen bir sevdanın. Bazen bir yıkım suskunlukla örtülür, bazen de bir direniş. Ama en derin, en dokunulmaz suskunluklar, “kutsal” olanın çevresinde döner. Çünkü kutsal olan, sorgulanamaz olandır. Ve sorgulanmayan her şey zamanla karanlıkla ittifak kurar.

İşte o karanlık, en çok da sessizlikle büyür.

Kutsal suskunluk; bir çocuğun diline çöreklenen korkuda, bir annenin dua gibi içine gömdüğü şüphede, bir cemaatin ortak bakışında kendini gösterir. Kimi zaman Tanrı adına, kimi zaman millet adına, kimi zaman aile namusu ya da ulusal birlik adına konuşmaktan vazgeçilir. Bu vazgeçiş, öyle basit bir korkuya dayanmaz çoğu zaman; aksine bir sadakatin, bir teslimiyetin sessiz ifadesidir.

Çünkü bazı suskunluklar, bir inanışın iç yasasıdır.

Dinin içinden gelen suskunluklar ise daha farklı bir türdür. Bunlar yalnızca dünyevi değil, uhrevi bir ceza korkusuyla biçimlenir. Dilin konuşması değil, kalbin şüphe duyması bile bir isyan gibi algılanır. “Sorgulama, imanın zayıflar” denir. “Hikmetine bırak, anlamaya çalışma.” Böylece yalnızca dil değil, düşünce de yavaş yavaş sessizliğe gömülür.

Tanrısal olanla kurulan bu sessizlik sözleşmesi, çok eski zamanlardan bu yana insanın akılla ve vicdanla kurduğu ilişkinin önünde durur. Musa’nın dağdaki suskunluğu, İbrahim’in bıçağı kaldırırkenki sessizliği, İsa’nın çarmıhta hiçbir şey dememesi… Bu suskunluklar kutsaldır, çünkü acının anlamı Tanrı’ya havale edilmiştir. Konuşulamaz olan, dokunulamaz olmuştur.

Ama bu suskunluklar, yalnızca bireysel sınavlar değil; kolektif itaat biçimleri olarak da örgütlenir. Kurumsallaşır. Öğretilir. Kuşaktan kuşağa aktarılır. Çocuklara, daha konuşmaya başlamadan önce, hangi kelimeleri söylememesi gerektiği öğretilir. Hangi soruların sorulamayacağı, hangi duyguların günah sayılacağı fısıldanır kulaklarına. Böylece bir tür sessizliğin içine doğar insan; bir tür korkunun, bir tür inancın sessizliğine.

Ve zamanla, kutsal suskunlukla büyüyen bu çocuklar, kendi içlerindeki adaletsizlikleri Tanrı adına bastırmayı öğrenirler. “Kadere razı ol,” denir. “Her şey Allah’tan.” Bu cümleler ilk bakışta teselli verir gibi görünür; ama derinliklerinde bir sus payı gizlidir. Bu pay, kurbanın kendini ifade etmesini değil, sessizce kabullenmesini bekler.

Aynı suskunluk, bir tarikat şeyhinin istismarına uğrayan çocuğun üzerine çöker. “Dine zarar gelir” korkusuyla, en temel adalet talepleri bile susturulur. Aynı sessizlik, bir kadının maruz kaldığı şiddeti “boşanmak günahtır” diyerek görünmez kılar. Aynı suskunluk, bir savaşta katledilen masumları “şehitlik”le yüceltip sorgusuzca unutmaya zorlar. Çünkü “konuşmak” kutsalı kirletmek gibi algılanır.

Ama kutsal olan gerçekten bu mudur? Sessizlik midir Tanrı’nın dili?

Yoksa tam tersi mi: Tanrı’nın adıyla bastırılan bu sessizlik, hakikatin önüne çekilmiş bir perde midir? Tanrı’nın iradesi, gerçekten mazlumun susturulmasıyla mı tecelli eder?

İşte Sessizlik Kitabı’nın bu bölümü tam da bu noktada başlar. Sözün bittiği, ya da bitirilmiş gibi göründüğü yerde. Kutsalın etrafına örülmüş sessizliği anlamaya çalışır. Bu sessizlik, yalnızca bir korku ya da bir saygı değil, aynı zamanda bir araçtır: Hakikati bastırmanın, toplumu hizaya sokmanın, acıyı görünmez kılmanın bir aracı.

Ve bu sessizlik, eğer kutsalsa, artık yalnızca dini değil, devletin, ailenin, cemaatin, toplumun ortak dili haline gelir. Din adına konuşmayanlar, devlet adına susar. Devlet adına susmayanlar, aile adına. Ve böylece hep birlikte susarız. Birbirimizin gözlerinin içine bakarak, hiçbir şey söylemeden, her şeyi bilerek… Herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin hiçbir şey demediği o kasvetli suskunluk hali — kutsal olanın çevresinde nöbet tutar gibi.

Ama sormalıyız artık: Kimi koruyor bu kutsal sessizlik?

Tanrıyı mı, yoksa Tanrı adına hüküm sürenleri mi?

Adaleti mi, yoksa adalet adına yapılan haksızlıkları mı?

İnancı mı, yoksa o inancın etrafına örülen çıkar ağlarını mı?

Belki de şimdi, “kutsal suskunluk” karşısında en kutsal olan şey, konuşmaktır.

Çünkü bazı kelimeler ancak söylendiklerinde dua olur. Bazı hakikatler, ancak dillendirildiğinde Tanrısal olur. Ve bazı sessizlikler, ancak bozulduğunda insanlığa hizmet eder.

Bize düşen ise yalnızca konuşmak değil — o sessizliğin nedenlerini, kaynaklarını, gizli çıkarlarını da ifşa etmektir. Sadece korkuya değil, inançla örülmüş suskunluklara da ışık tutmaktır.

İşte bu yüzden, Sessizlik Kitabı bir çığlık değil, bir kazı çalışmasıdır. Yüzeye değil, derine inmeyi; yankıyı değil, kökü duymayı ister. Ve Kutsal Suskunluk, o kazının en karanlık ama en önemli katmanıdır.

Orada bizi susturanın yalnızca bir güç değil, bazen bir inanç olduğunu fark ederiz.

Ve orada, suskunluk bazen dindir.

Ama belki de Tanrı, konuşmamızı bekliyordur.

Hasan KAYA
18 Haziran 2025, Çarşamba