Garson ikidir yüzüme dahi bakmadan yanımdan geçip gidiyor, ilgisizliğine dayanamadım, sesimi biraz yükseltip; “bana az şekerli bir kahve” dedim.
Hiçbir şey olmamış gibi; “Hemen” dedikten sonra arkadaşına seslendi.
“Bi az şekerli…”
Biraz sonra kahvem oval bir servis tabağı içinde, yanında su ve lokumla geldi. Masaya bırakıp önüme doğru servis tabağını sürerken; “oruçsuzundur diye düşündüm” diyerek açıklama yaptı.
Bu ince davranış, hoşuma gitti. Nereden bakarsanız bakın incelik. Oruçlu olduğumu düşünüp hiç rahatsız etmesi de, kahvemi getirirken yaptığı açıklama da…
Bu incelikle çok sık karşılaştığımı söyleyemem. Oysa söylendiği gibi, bu ülkenin yüzde doksan dokuzu Müslüman. Müslüman olanlar için, oruç tutmaktan daha doğal ne olabilir ki. Üstelik oturduğum, bildiğiniz kuru sandalye masa… biri oturmuş, az soluklanmış ne kaybı olacak işletmenin.
Tamam, söğüt gölgesi değil, kirası var, elektriği, suyu… Ama canım her şey de para değil ya.
“Bu incelik, insana yakışıyor, daha bi insan oluyoruz” derken birden bire; bu sahil kasabasından içerlere, Anadolu’nun içlerine doğru uzanıyorum. Yolum Bursa’dan geçiyor, “Oralarda her hangi bir şehirde/kasabada aynı inceliği yaşayabilir miydim” diye düşünmeye başlıyorum.
Çok zor.
Duyduklarım, bu yaşa kadar görüp tanık olduklarım, en son oruç tutmadığı için demir çubuklarla dövülen Alevi ailenin gazetede okuduğum haberi, her şeyin ne kadar zor olduğunu fazlasıyla anlatıyor.
Birileri çıkıp; “kendini bilmez üç beş kişi” dedikten sonra sesini yükselterek; “İslam barış dinidir” diyecek, yaşadıklarımızı yok saymaya çağıracak bizi.
Keşke öyle olsa.
Öldürürcesine dövülenlerin, kanlar içindeki fotoğrafları gözümün önüne geliyor, irkiliyorum. Dinlerin kanla yazılmış tarihi, yaşanan acı olayların ağır yükü altında garsonun inceliği silikleşiyor. İnançların doğası, gerçeği, -adına ne derseniz diyen- o acımasız katı yüzü sıyrılıp öne çıkıyor.
Önce inceliği vuruyor, sonra insanı…
İncelikten uzak, ötekisine kör bir inanç, doğasına bu yakınlığıyla insandan, insancılıktan uzaklaşarak, dinler üzerine söylenen bütün güzel sözleri hükümsüz kılıyor, içini boşaltıp, boş lakırdıya dönüştürüyor.
İnançların dışa yönelik, dışardan bakınca görülen, anlaşılan pratikleri, çok kolay, “biz” ve “onlar” ayrımı yapmaya/yaratmaya olanak veriyor, bu ibadet pratikleri, bir anlamda ötekisini bulmaya yarıyor.
Her inanç için öteki önemli ve vazgeçilmezdir, çünkü “öteki” üzerinden içe kapanma, iç dayanışma ve birlik ruhu güçlendiriliyor.
Bu bile tek başına dinlerin “Barış dini” oldukları savını yalanlamaya yetiyor de artıyor.
Hiç bir dini inanış karşıtını, ötekisini yaratmadan ayakta kalamaz. Bu dinsel, siyasal dizgelerin hepsi için geçerli olan bir şeydir. Grup olarak birlikte hareket etme, ilkeler/inançlar etrafında bir araya gelmekten çok, kendinden olmayana, düşmana/kafire karşı bir araya gelmedir.
İbadet mekanları, camiler, havralar, kiliseler kutsallıklarından çok, aynı inanışın mensuplarını içine kapatan, ötekilerden ayıran, uzak tutan, ötekinin boynuna uzanan, kör hançerlerin bilendiği yüksek korunaklı duvarlar ardında bir hayatı var ediyorlar.
Her inancın bayramı, kutlaması kendi renklerini öne çıkararak, kendini ötekisinden ayırıyor, hayatın bütün renklerini solduruyor. Söylenenle, yaşanılanı başka başka yerlere savuruyor. Hiçbir inanç, gerçekliğinden bihaber söylediğiyle buluşmayı beceremez. Gerçeğinden uzak duran her inanç, ne söylendiği kadar kutsal, ne de söylendiği kadar barışçıldır.
O ancak, katı gerçeğini kabul ederek, onu belli sınırlar içinde de olsa yadsıyarak, kendisiyle, ötekisi arasına insancıl bir köprü kurarak, söylediğine, dışarıya sunduğuna yakın olabilir.
Hasan KAYA
17 Temmuz 2015 Cuma