Dün akşam, tesadüfen karşılaşıp, ısrarlarıyla oturduğum masada dinleyici, birazda kenar süsüydüm. Zaten kimseye söz vermeden konuşuyordu; Mehmet’in üniversite yıllarından arkadaşı…
Masada anıların uzak hüznü, rakı, balık roka, yürüyüşler mitingler, hırçın keskin bıçak ağzı gençlik yılları, gözaltları, faşistlerle girilen kavgalar, kavga türküleri ve o ilk aşkların masum sessizliği. Arada güne dair siyasi tespitler, kaygılar, daha çok adı bir türlü konmayan o telaş…
Takip etmekten yorulmuş, bırakmış dinlemiyordum. Dinler gibi de yapmıyordum, ayıp olmasın diye.
Bir ara vedalaşmadan, kimseye belli etmeden kalkıp gitmek istedim. Nereye gideceğini bilmeyen adamların ikircikli suskunluğunda, sessiz bir iz üzerinde yürüyerek kaldım öylece dirseğim masada, sağ avucumda yüzümü eskiterek.
O saat, geceye dönen akşamdan kalma meltemler denize çağırıyorlardı beni.
Ayın şavkı vurmuş deniz üstüne, bir denizatının terkinde uzaklara taşıyorum bütün düşlerimi…
Zamanım olur gücüm de yeterse; bütün umutları, bütün güzellikleri taşıyacağım karşı sahile, oradan ötelere…
Ama biliyorum; hiç kolay olmayacak. Çünkü her an olmadık bir engel çıkabilir, yoluma dikilebilir. Bütün yollar bitmiş gibi, yolların en dar, en zor olanı bulur beni. Kim bilir; belki de ben o dar, o zor yolları seçiyorum.
Kadehler kalktı, o çok konuşan Mehmet’in üniversite yıllarından arkadaşı, yarın hiç olmayacakmış gibi kaygılı kaldırıp kadehini; “Geceye” dedi,
Hep bu masalarda kurtarıyorduk memleketi.
Ayılınca ertesi gün, günü kurtarma telaşına düşüyoruz. Kavgayı kaybetmiş adamların telaşı, yılgınlığı içinde anı tüketip, günü yaşıyoruz. Sanki bu yüzden yarım kalıyordu her söz, ömürsüzdü aşklar…
Yüreğimi kanatarak, seni vurduğum, o taşa çalınmış kör bıçaktı hayatla göbek bağımızı kesen korkularımız…
Hasan KAYA
17 Ağustos 2012 Cuma