Bu yazı; öylesine bir yazı olmaya aday. Öylesine içimden geldiği gibi bir yazı olsun istiyorum. Kuralsız, biraz kendi halinde, büyük sözlerden uzak…
Sarı sıcak, yalnız ve uzak Şubat güneşinden söz edeyim. Kuşların uzaklarda kalmış sesinden, denizin bazen asi, bazen sakin gelip kumlarla, kumsalla buluşmasından.
Gökçe günlere özlem ile yorgun bulutlardan söz edeyim. Gece kapımı çalan rüzgârlardan…
Biraz özlem kokan dizelerden esintiler olsun istiyorum yazıda. Yüreklerin bam teline dokunan…
Özlediklerim aklımda…
Oğlum ile kızım, bir de o hoş geldin demeye hazırlandığımız yasemin kokulu gülüşü ile oğlumun gönlünü çelen, güzel kız…
Bu yazıda çocuklar olsun, derslikler. Kara tahta ve yorgun öğretmenler. Okul arkadaşlarım, sıra arkadaşım… Ağaç tozu, talaş, öpülesi hünerli elleri ustaların. Tornada tesviyede; en çok mavi işlikleri ile işçiler olsun istiyorum.
Ekmek olsun biraz, biraz tuz. En çok sahici gülüşler, sevmeler ve aşk olsun istiyorum…
Öylesine kendinde, öylesine bende, beni ve kendini anlatan bir yazı olsun istiyorum. Kuralları yıkan, kural tanımayan, anlamsal bütünlük kaygısından uzak… Ciddi, çatık kaşlı okurun gülüp geçtiği, burun kıvırdığı bir yazı olsun istiyorum.
Neden mi?
Neden olmasın ki?
O çok büyük iddialarla kaleme alınan yazılar, romanlar, hikâye ve şiir kitaplarından kaçı gerçekten edebi, kaçı gerçekten kendi içinde anlamsal bütünlüğü olan çalışmalar…
Gazetelerin köşelerini tutan köşe yazarları onlar sanki çok mu anlamlı şeyler yazıyorlar.
Hadi, yazdıklarının ne kadarının doğru olduğunu geçiyorum; yazdıklarının ne kadarı hayata dokunuyor. “Bizi biliyor, bizi anlıyor” duygusunu ne kadar okuruna veriyor.
Bilmediğimiz, yeni bir şeyler diyenleri çıktı mı içlerinden. Okurken “Bak bunu bilmiyordum?” dediğiniz; ne kadar şey buluyorsunuz köşelerinde.
Araştırıp yazanlar, araştırmacı gazeteciler başbakanın ileri demokrasi yalanını araştırıp seriyorlar mı önünüze. Muhalefetin korkuyu heceleyen lal suskusunu görüp diyen var mı?
Neden vuruluyor bu ülkenin çocukları, neden dövülüyorlar sokak ortasında kadınları; yazan var mı? Kır çiçeklerinin; neden solgun renkleri ile kaldığının haberini yapan var mı?
Zamanı yağmalayan düşlerimiz, bir çiçek, bin çiçek olur; hepsi bir demet.
Neyi araştırıyorlar, araştırmacı gazeteci, yazar oluyorlar hiç sordunuz mu kendinize?
Bir sorun bakalım…
Uykularımı kaçıran soruları sormuyorum kendime. Şimdilik, sizden ve kendimden saklıyorum onları. Ama elbet onlara da sıra gelecek. Dilin kemiği yok, onları da konuşacağız…
Bir gün, ağlayan bir çocuğun gözlerini öperken bulacaksınız yazımı. Bir gün, uzak dağların yalnızlığında bir kadının sesinde türkü olup düşecek suya çığlığım.
Uzak bir şehrin varoşlarında dolanacak yazım, dar bir çıkmazda vurulacak, faili meçhule yazılacak, harf harf dökülürken sesim…
Güneşi bekleyecek yazdığım dizeler. Ateşe verdiğim gün şiiri, yangınlar içinde bir kızıl çığlık olacak her söz, her gülüş… Döne dolana yenecek yalanı hayat…
Öylesine çıkmış bir söylentidir zaten. Bir masaldır çocukları uyutan, büyüklere yazılmış; güzel günlerin uzak, erişilmez olduğu.
Elbet inananı yok…
Nasıl olsun; kaç gündür bir ateş topu dönüyor çevremizde. Bir biri ardına düşüyor diktatörlükler. Diktatörler kaçıyor ardında ateş ve kan…
Kime kaldı bu dünya, zalime kalsın…
Hasan KAYA
25 Şubat 2011 Cuma