.: Ulusal Devlet ve Ecdadımız Üzerine…

Ulusal devletler batıda tüccar sermayesinin süreç içinde sanayi sermayesi ile iç içe girmesi ve malını satmasının önünde ki engelleri oluşturan feodal bölünmüşlüğü aşmasının mücadelesinin son durağıdır. Ulusal Devlet, Feodal parçalanmışlığa ve gümrük duvarlarının aşılmasına karşı verilen bir mücadelenin diğer adıdır.

Bu mücadelenin baş aktörleri kimlerdir?

Tabi ki bunlar Ulusal (milli) burjuvalardır…

Ulusal burjuvazi aynı dili konuşan insanların aynı sınırlar içinde olmasını – ki bu ulusal burjuvazinin pazarı anlamına gelir.- ve yerel bölünmüşlüğün aşılmasını savunur. Örneğin İsviçre’de bir kantondan diğerine gümrüklerin olduğu hatta yer yer farklı para, ölçü ve ağırlık birimlerinin olduğu bilinir. Napolyon’un İsviçre’yi işgalinden sonra ilk yapmaya çalıştığı şey İsviçre’nin Kantonlar arasındaki bu bölünmüşlüğünü aşmak olmuştur. Atadığı Vali tüm çabalarına rağmen bu alanda kayda değer ilerleme sağlayamamıştır. Ancak 1848’lere gelindiğinde ulusal burjuvazinin gelişimi ve ulusal pazarı denetimine alma isteği köylüleri de arkasına alarak, Napolyon’un bu düşüncesini gerçekleşmiştir. Kısa zamanda aynı para birimi, ölçü ve ağırlık birimine geçilmiştir.Gerçi Napolyon yönetmek de kolaylık adına bir birliği savunmuş ve bunu zorlamıştır.

Toplumların gelişimi ve ileri evrimleşmesi insan istencine bağlı keyfi dayatmaları dıştalar. Napolyon’un başarısızlığının nedeni burada yatmakta.

Burjuvazi kendi pazarına sahip olabilme isteği birçok cephede çetin mücadelelere girmesini gerektiriyordu. Öncelikle yerel bölünmüşlüğü feodal sistemi aşmak zorundaydı. Bunun için feodal beylere karşı mücadele etmesi bir zorunluluktu. Bunun iki yani vardı. Birincisi malını daha geniş bir pazara satmak ve feodal parçalanmışlıktan dolayı pazara çıkan malın dolaşımının önündeki engeli kaldırmak…

Feodal parçalanmışlık ve gümrük duvarları pazara çıkan malın dolaşımını engellediği gibi onun değerinin üstünde bir edere ulaşmasına neden oluyor ve buda satışı zorlaştırıyordu. İkincisi de sanayi de üretimde çalıştıracağı insan gücü feodal beylerin denetimindeki köylülerden oluşuyordu ve onların sanayi de çalışan işçiler olması gerekmekteydi. Bu durum köylülerle bir ittifakın kurulmasının da şartını oluşturuyordu. Feodal beylerin topraklarında yaşayabilecekleri kadar üretimde pay alan köylüler bu durumdan kurtulmak için ulusal burjuvazi ile ittifaka gitmekte sakınca görmediler. En azından Feodal beyin mahiyetinde biri olmaktan özgür yurttaş olma olanağına kavuşacaklardı. Feodal sistem içinde köylülüğün durumu değişik aşamalar göstermiştir. En son aşama bile onu özgür bir yurttaş olmaya kavuşturmamıştır. O bağlı olduğu Feodal beyin toprağında çalışan ve üretimden kendisi ve ailesi için beli bir pay alan çok sınırlı bir mülk edinme dışında hiç bir mülkü olmayan ve hatta bağlı olduğu beyin toprağını dahi terk edemeyecek bir konumda olmuştur. Köylülerin bu yaşam ve çalışma koşulları Ulusal burjuvazinin ona vat ettiği herkesin özgür yurttaş olma ve kendi yaşamı üzerinde tek söz sahibi olma hakkı onu ittifaka gönüllü katılmaya götürmüştür.

Ulusal burjuvazinin bu ittifakı kendi karşıtı olan işçi sınıfını da yaratması anlamına geliyordu.  Feodal beylerin ve toprak sahiplerinin düzenin üzerine kurulan ve onu savunan krallıklar ve devletlerde birer birer tarih sahnesinden çekiliyor, yerine ulusal devletler kuruluyordu. Bu olgu Fransa da Büyük Fransız İhtilali gibi radikal biçimlerle olduğu gibi bazı ülkelerde de uzun bir evrimleşme (Prusya Tipi Kapitalizme geçiş) sürecinden geçerek gerçekleşiyordu. Ulusal devletlerin kurulması bir başka söylemle Kapitalizmin tarih sahnesine çıkması demekti. „Endüstri döneminin ideolojileri, dinlerin siyasal egemenliğini azaltarak ama onları tümüyle inkar etmeden, milliyetçilik üzerine kurulmuştur.“[1]

Ulusal devletlerin şekillenmesi ve kapitalizmin zaferinin gerçekleşmesi ile ülkedeki üretim biçimlerinde belirleyici olan kapitalist üretim ve bunun üzerinde gelişen şekillenen ilişkilerde kapitalist ilişkilerdi. Eskinin tüm kurumlarıyla hesaplaşan burjuvazi kilise ile de hesaplaşmak zorundaydı. Bu bağlamda ulusal burjuvazi feodal toplumun bir parçası olan kiliseye karşıda bir savaş vermek zorundaydı. Bu mücadele ulusal devletin kurulması sürecinde kitlelerinde kilise ile ilişkilerine yeni bir çehre kazandıracaktı ve öyle de oldu. Laiklik bu mücadele ile yaşam buldu.

Ulusal burjuvazi kendi pazarına sahip olmak amacıyla milli devletlerin kurulmasının öncüsü olurken daha öncede söylediğimiz gibi kendi karşıtını da yaratmıştır. Bu karşıtlık emek ile sermaye arasındaki mücadelenin en baştan beri var olmasının da bir nedeni ve en sonu bunun devlete yansıması da devletin demokratik bir devlet olmasının zorunluluğu olmuştur.

Bu noktadan sonra Türkiye’ye donup biz de ki gelişmeyi irdeleyelim. Bizde ulusal bir burjuvazi hiçbir zaman batıda ki gibi var olmadı. Osmanlılar döneminde Türklerin ticaret ile uğraştıkları pek nadir bir olaydı.Genellikle Rum, Ermeni ve Yahudi sermaye sahipleri olduğu bilinen bir gerçektir. Çok zayıf olan Türk ulusal burjuvazisi de Tanzimat’la başlayan yabancıların serbest ticaret yapma (1838 Ticaret Anlaşması)  gümrüklerin kaldırılmasıyla gelişme şansı bırakmadı. Bu noktada dönemi daha iyi anlatan M. Kemal’in TBMM 3. Yasama Yılı Açılış konuşmasında dedikleriyle aktaralım. “Bildiğiniz gibi, ülkemiz ekonomik kuruluş ve çevre yönünden kuvvetli durumda değildir. Özel sektör kuruluşları da serbest ticaret mücadelesine dayanabilecek bir güce gelmemişlerdi. Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomimizi bir de iktisadi kapitülâsyon zincirleriyle bağladı. Kuruluş ve özel sektör yönünden ekonomik alanda bizden çok kuvvetli olanlar, memleketimizde bir de ayrıca imtiyazlı durumda bulunuyorlardı.Gelir vergisi vermiyorlardı.Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar altında ülkemize sokuyorlardı. Bütün ekonomimizin her bölümüne bu sayede kesin olarak hâkim olmuşlardı.”

“Bize karşı yapılan rekabet gerçekten, çok gayri meşru, gerçekten çok yok edici idi. Rakiplerimiz bu davranışlarıyla gelişmeye elverişli sanayiimizi de öldürdüler. Tarımımıza da zarar verdiler. Ekonomi ve maliyemizin gelişmesi ve olgunlaşmasını önlediler.”[2]

Ülkede mevcut olan sermaye birikimi yukarda da belirttiğimiz gibi gayri Müslimlerin elinde bulunuyordu. Bunlarda çoğu zaman dış sermaye gruplarının bir uzantısı ve acentası niteliğindeydi. Bunların ulusal sermaye olamayacağı kesin. Ama bunların büyük bir bölümünün Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’yi terk etmeleriyle ülkedeki sınırlı sermaye birikimi de dışarı kaçmış oldu. “Mustafa Kemal’in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği büyükelçisi Aralov’la yaptığı bir görüşmede Mustafa Kemal: ”Türkiye’de sınıflar yok” diye açıklamaktaydı, “Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim burjuvazimizi ise, henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Yabancılar bizi eziyor. Benim amacım, milli ticareti kalkındırmak, fabrikalar açmak, yeraltı zenginliklerini meydana çıkarmak, Anadolu tacirine yardım etmek, zenginleşmesini sağlamaktır.”[3]

İşte tam da bu koşullarda ulusal bir devlet kurmak olanaksızdır. Çünkü ulusal devletin en tutarlı savunucusu ve yaşamasında ivedi çıkarı olan kesim ulusal burjuvazidir. Bu sınıf adına aydınlar yanı Kemalistler ulusal burjuvazi ve onun devletini kurmaya çalışmışlardır.

Peki, biz de ulusal burjuvaların oluşumu neden gerçekleşmedi. Neden ülkedeki ticaretle uğraşan kesim yukarda da sıraladığımız kesimlerin tekelinde kaldı. Bütün bunların nedenleri Osmanlı ve daha önceki Selçuklu devletlerinin toprak rejimi ve Türklerle ilişkileri ile açıklanabilir. Bu adını saydığımız Osmanlı ve Selçuklu devletleri batıda ki biçimiyle toprak ağlarının oluşumunu dahi engellemişlerdir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ki durumu anlatan en yetkili ağızdan şu tespit yapılıyor: “Bir defa halkımızı gözden geçirelim. Biliyorsunuz ki, çoğunluğu çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri akla gelir. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir? Bu arazinin miktarı nedir? Tetkik edilirse görülür ki, memleketimizin genişliğine nazaran hiç kimse büyük araziye malik değildir.”[4]

Anadolu’da Bizans’ın son dönemlerinde şekillenen Feodalizm Türklerin Anadolu’ya gelişleriyle kesintiye uğramıştır. Bu adı geçen devletler ülkede sermaye birikimine engel olmuş ve her servet birikimin önüne geçmişlerdir. Bu devletlerin Türkler ile ilişkisi de zaten oldukça farklıdır. Kendilerini Türk kabul etmeyen bu devletler Türkleri yönetimden ve güç sahibi olmaktan sürekli uzak tutmaya çalışmışlardır. Sarayda üst mevkilerde bir Türk yöneticiye rastlamak olanaksızdır.

Bu adı geçen devletlerin ve onların yönetici ve aydınlarının Türklere bakışını göstermek açısından önemli bir örnek olacağına inandığım bir aktarma yapmanın tam da yeri: Anadolu’ya gelen Türkler daha kendilerine Türk demezken ve hata Türk sözcüğünü dönemin yöneticileri tarafından bir yergi olarak kullanırlarken Komşuları ise onlara bu adı vermişlerdir.

“Anadolu başkaldırmaları konusunda beli başlı bir kaynak olan Maima, «Tarihi”nde Türk halkı için  “naden Türk»[5],  «etrâk-i  bi- idrâk (=idraksız Türkler)[6]» «Türk-i bed-lika» (=çirkin suratlı Türk)[7], «Çoban köpeği şeklinde bir Türk-ü sütürk idi»[8], vb. demektedir.

Hemen hemen bütün Osmanlı tarihçilerinin Türklere karşı tutumu budur ama tutum yalnız Osmanlılara özgüde değildir. Gerçekten de, Türk halkının karşısında yer alan yalnız Osmanlılık olmamıştır. Selçuklular bile, bir süre sonra İranlıların    ve Arapların etkisiyle, Türk halkını hor görmeye başlamıştır. Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmut Türk halkı için şu sözleri söylemiştir.

«Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman küvetli gelirse kaçarlar»[9]

Türk Devletleri olarak bildiğimiz ve “övündüğümüz” Selçuklular ve Osmanlılar döneminin tarihçilerinin Türk yorumları böyleyken yöneticilerin tavrı da farklı değildi. Ama yine bildiğimiz kadarıyla 11. Yy başlarında batılı yönetici ve yazarlar Anadolu’ya Türkiye ve burada yaşayanlara da Türk demeye başlamışlardır.

Kaynağı ve edinme biçimi nasıl olursa olsun her servet birikimi bir süre sonra üretime döner. Böylece gerçek anlamda sermaye olma nitelemesi kazanır. Ancak Osmanlıda edinilen servetler hep bir kişinin ömrü ile sınırlı kalmıştır. Babadan oğla geçen bir servet birikimi pek yaşanan bir vaka değildir. Edinilen servetin yarına kalmasının tek biçimi vakıflardır. Bunlarda ticari ve sanayi amaçlı olamayacağına göre atıl kalan bir servet olmak durumundaydı.

Ancak Osmanlıda ticaret ve sanayi üretiminde bulunan kesim olan Rum Ermeni ve Yahudiler sermaye birikimi yapmışlardır. Hatta Osmanlının sınırları içinde olan diğer uluslardan unsurlarda bu hakka sahiptirler. Bu da Yunanlıların, Bulgar ve Sırpların Ulusal devlete ulaşma süreçlerinin Türklerden daha önce oluşmasını açıklar niteliktedir. Çok ilginç bir noktada bu ulusların bu günde aynı oranda bizden önde olduklarının gözlenmesidir. Bu ulusların ulusal devletlerini kurma süreci ile Türklerin ulusal devlete geçiş süreçleri arasındaki zaman dilimi bu günde aynen var olmakta. Bunu Avrupa Birliği ile ilişkilerde çok net gözlemlemek olanaklı.

Ulusal (milli) burjuvazinin oluşumu ve gelişimi olmadan ulusal bir devlet kurma girişimi ne kadar olanaksızsa ulusal bir devlet kurmak da o kadar zordur. Hele 1920’ler de böyle bir girişimde bulunmak çok daha zordur. Çünkü 1900’ların başından başlayarak Kapitalizm nitelik değiştirip ulusal bir karakterden emperyalist bir karaktere geçer. Artık ulusal devleti kuran bir burjuvazi yoktur. Tüm dünyayı egemenliği altına almak isteyen sömürmek hırsıyla dolan bir burjuvazi vardır tarih sahnesinde. Emperyalist sermaye girdiği her yeri empere (bozup yozlaştırır) eder. Kapitalizm artık bu biçimiyle ilerici bir nitelik taşımaz ve gericileşir.Girdiği ülkelerdeki en geri unsurlarla birleşir onlarla ittifak kurar. ABD’nin Arap ülkelerindeki gerici yönetimlerle ilişkisi ve düne kadar Afganistan da Talibanla girdiği ilişki bunun en güzel örneğidir. Türkiye’de de en geri unsurlarla bir araya geldiği bilinen bir başka gerçektir.

İşte bu nedenledir ki milliyetçilikte artık tarih sahnesine çıkan ulusal burjuvazinin ilerici ideolojisi olmaktan çıkar ve son tahlilde faşizm olan ve başka ulusların ve halkların varlığını yadsıyan onları yok sayan bir ideoloji olur. Maddi temellerinden kopan bir ideoloji sadece simgelerle konuşmanın bir aracı olur. Biz de ki olanda budur. Savunulacak bir ulusal devlet çoktan yok olmuştur. Emperyalizm her alanda ülkeye hâkim tek güçtür. Ülkenin tüm kaynakları onun elindedir ve onun çıkarlarına döner çarklar. Milliyetçilerin elinde kalan ise sadece bayrak ve çakıl taşıdır. Bolca vatan lafı edilir ancak vatanın ne olduğu kimlerin elinde ve yönetiminde olduğu ise hiç hesaba katılmaz. Vatan denen toprak parçası üzerinde insanların mutlu olup olmaması ise hiç düşünülmez.

Asıl konumuza yeniden dönecek olursak: Emperyalizmin dünyaya hâkim olduğu ve hatta savaşlarla dünyayı yeniden paylaşmaya kalktığı bir dönemin hemen ardından ulusal devlet kurmak daha da zordur tespitini yapmak durumundayız. Ve bu girişim dünya tarihinde ilktir. Birçok ezilen ulusa örnek teşkil eder. Birinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı iki olgudan biridir bu. Birincisi 17 Ekim Devrimi ve diğeri Emperyalizme rağmen Kemalist Hareket ve ulusal devlet kurulabileceği gerçeği.

Ulusal bir devlet ve ulusal burjuvazi yaratma adına yer yer komik uygulamalara dahi gidilmiştir. Her mahallede bir milyoner yaratılmaya çalışılmış ve birçok yanlış adım atılmıştır. Devletin imkânları ile birileri sürekli zengin edilmeye çalışılmış. Devlet eli ile kurulan fabrikalar özel kişilere verilmek istenmiş. Ve acı deneyimler yaşanmıştır. Ulusal devlet ulusal burjuvazinin mücadelesinin ürünü olmadığı ve karşıtının yani işçi sınıfının olmadığı bir ortamda devletinde demokrat olma özelliği sağlanamamıştır.

Kemalistler batılaşmayı uygarlaşmaya eş olarak görmüş ve bunu her zaman olduğu gibi şeklen uygulamaya koymuşlardır. Bir dizi devrim diye nitelenen reform yapılarak batılaştığımız sanılmış, bu bağlamda çağı yakalamaya çalışılmıştır. Kılığımız kıyafetimizle batıya benzemeye çalışılmış işin özü gözden kaçırılmıştır. Çağı yakalamanın kafalarda olduğu bir turlu görülememiştir.

Hasan KAYA


Kayanakça

1] 17.08.2001 Tarihli CumhuriyetGazetesi , Aydınlanma Tahip Erdoğan’a Sosyoloji Dersleri, Emre Kongar

[2] M. Kemal Atatürk,   TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ I. DÖNEM  3. Yasama Yılı Açış Konuşmaları  1 Mart 1922

[3] Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Stefanos Yerasimof Gözlem Yayınları sf. 664

[4] Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Stefanos Yerasimof Gözlem Yayınları sf. 664

[5] Naima Mustafa Efendi: Tarih-i Naima (Razvat el-Hüseyin fi hulâsat ahber el-hâfikn; Türkçeleştirerek Yyn., Zuhri Danışman, Zuhri Danışman Yyn. İstanbul C. I. 1967 sf. 169. Aktaran Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, sf. 4

[6] Namâ a.g.e, C. I. Sf. 238. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[7] Namâ a.g.e, C. II. Sf. 536. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[8] Namâ a.g.e, C. III. Sf. 1180. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[9] Togan Zeki Velidi, Umumi Türk TarihineGiriş, Cild I En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar, 2. Baskı, İ.Ü. Ed. F. Yyn., İstanbul 1970, s. 215’de. Aktaran: Çetin Yetkin a.g.e. sf. 4