Boşalacak bulut, boşalacak bütün hışmıyla…

Anlamsız düşler görüyorum. Sabahları zor çıkıyorum yataktan ve akşamı zor ediyorum.

Odamın duvarları kendi başına, yalnız. Ekmeğim kurumuş, yenilecek gibi değil. Üç gün açıkta kaldı masanın üzerinde, yiyesim yok. İştahım kapanmış. Susamıyorum da. Soğumaya bıraktığım bir şişe su duruyor öylece…

Türküler dinliyorum, içli aşk şarkıları, bir de sesleniyorum ezgilerin diliyle duyuyor musun?

Ajanslar haberleri geçiyor, dışarıda boşaldı boşalacak yağmur yüklü bir bulut ve rüzgârın ayak sesleri. Homurdanan ormanı seyrediyorum; gözlerimi yumuyor, dinliyorum. Yürüyen kalabalıklar içindeyim.

Kapılar açılıp kapandı. Kapılar çarptı. Hoş geldinler. Hoş bulduklar. Komşulara misafir geldi. Ekranda haberler. Ekranda ışık, ses dünyanın dört bir yanından görüntüler taşınıyor odama. Olimpiyatlar bitmiş, skandallar, sürprizler ve madalyalar. Bombalar patlamış Bask’da, Beyrut’da, Lice’de kan. Sokağa dökülmüş Şili, panzerlere taş savuruyor gençler ve saçlarından sürükleniyor bir kız. Gaz bombaları, tüfekleri tankları, işkenceleri ve hapishaneleriyle bir diktatörlük korunuyor.

Yolsuzluklar, skandallar, diplomasi oyunları ekranda ışık, ses. Alınıp satılan insan. Alınıp satılan emek. Soyunup yatağa giriyorum. Uykum yok. Uyuyamayacağımı bilerek boşuna zorluyorum kendimi. Seni düşünüyorum. Sen ve tüm sevdiklerim kolkola, tanıdığım, tanımadığım daha bir sürü insanı düşünmekten kendimi alamıyorum.

Yalınayak koşan çocuklar geliyor gözümün önüne, gelip duruyorlar karşımda. Gözlerimin içine içine durup soruyorlar. Anlayamıyorum… Belki de yanıtlamaya korkuyorum. Belki de utanıyorum. Herkesten çok kendimden utanıp susuyorum. Çaresiz de değil, çaresiz susuyorum…

Acılar sarıyor yüreğimi. Her şeye alışan yüreğim acılara alışamadı ve hâlâ kan tutar beni dayanamam. Üşüyorum sevgilim. Düşüne uzanıp ısınmaya çalışıyorum.

Haberler salıyorum uzaklara. Haberler bekliyorum. En çok sevdiğim ve bir çırpıda okuduğum kitapları okuyorum yeni baştan, severek.

Bir düşün girdabındayım. Elimde kırık bir ayna, güneşi taşıyorum pencerelerine. Onlar derin uykulardayken dürtüyorum, usulca kulaklarına sesleniyorum. Yüreğimde çınlayan meydanların sesi, odama dolan günün ilk ışıkları kadar güçlü. Koşuyorum düşümün ardı sıra. Erişirim diye sevinç doluyorum. Bir Temmuz gününün sıcağını taşıyıp belleğimde geceyi ısıtıyorum.

Hiç düşündün mü sevgilim: Neden böyle yanıktır türkülerimiz. Sonra ekmeğimiz, neden böyle kara? Kömür karası gözlerimiz, neden hep böyle yaşlı? Böyle kalmasın, solmasın güller bu kadar tez. Tez canlı ve uçarı aşklarıyla gençlerimiz heder olmasın. Bu kadar kolay yüreğimizi yakıp yıkıp durmasınlar. Bıraksınlar bir kez de olsa şölen türküleri söyleyip umut çiçeği şiirler yazalım…

Yalnızım sevgilim ve oturmuş düşünüyorum. Yalnızlık söz anlar cinsten değil. Düşünüyorum… Düşündüklerim ses ve ışık olup televizyon ekranına yansıyor. Düşüncemi izliyor gibiyim. Düşüncesini izleyen ilk insan belki de benim.

Gece kuşları, uyuşturucu kaçakçıları, uyuşturucu müptelaları, kadın tüccarları, takkeleri sarıkları ve sakallarıyla sokağa dökülmüş gericilik, kıyamet tellalları, bilim adamları, gazeteler, dergiler ve kapı aralarında aşağılık pazarlıkların yapıldığı bir şehir gördüğüm.

Bir başka kanalda yorgun bezgin düşmüş işçiler ve hastane kapılarında sırada ölenler, bıçak darbeleriyle öldürülen gelinler, gayrı-meşru çocuklar, umutları piyangolar selinde insanlarımız, yani sevdiklerimiz…

Hasan KAYA
Ecelsiz Ölümlere Yaz Beni, sf. 19-21