.: Yaşayarak öğreneceğim…

İçindeki sesi bastırmaya çalıştıkça o daha yüksek sesle; “Sonunda başardınız” diye isyan ediyordu. Yüzünü denize, dağların yeşiline çevirdi olmadı, zakkumları budadı ardından gülleri… açan güllerin rengin renk kokusuna kayıtsız kaldı, bildiğini okumaya devam etti. Hiçbir güzelliği görmüyor, görmek istemiyordu öfkesinden.

“İnsanları sevmeyi değil, nefret etmeyi öğrettiniz” derken kızgınlıktan çok yaşadığı hayal kırıklığıyla kederliydi.

Çünkü kime ihtiyaç duymuş, kimi yanında görmek istemişse döndüğünde bulamamış, yalnız kalmıştı. O kendine yetmezken, onlara yetsin istemişler, anlamak yerine anlaşılmak istemişlerdi. Bir kez ona elini uzatmalarının fırsatı çıktığında, ellerini çekmiş, arkalarını dönmüşlerdi.

Hemen adına, anılara, yaşananlara tükürecek noktaya gelip gitmişlerdi. Acıtan bir yalnızlık, öfke olmuş isyan ateşini tutuşturmuş, ama biraz sakinleştiğinde, olup biteni görmezden gelmese de hak veren olmuştu.

Kendine kaçıp kendine saklandığı, sevdiklerini merakta bıraktığı, üzdüğü için kendine kızan olmuştu. Buna hakkı olmadığını düşünüyordu. Ne olursa olsun buna hakkı olmadığını söyleyebiliyordu.

Keşke daha açık olabilseydi. Bunu yapacağına kendine söz veriyor ama bazen hazırlıksız yakalanıyor ve kaçmaktan, kendine saklanmaktan başka yapacak bir şey bulamıyordu. “Bu zayıflık” diye söyleniyordu düşündükçe. Kendinde henüz en az tanıdığı yanıydı bu. Oysa normal zamanlarda kırmaktan, üzmekten korkmadan hep ilk düşündüğünü diyen, ilk aklına geleni söyleyendi.

İnsan ilişkileri üzerine düşündükçe anlaşılmaz bir şey olmadığını o da biliyordu. Herkesin önce kendini düşünüyor, canı yandığı kadar can yakıyordu.

Önce candı, canan sonra gelindi hep.

Merakta kalanların, arayıp ulaşamayanların kaygıyla kurdukları tümcelerde biri özenle gizlenmiş, biri ifade edilen iki özne vardı. O tümcelerde ifade edilen değildir asıl söz konusu olan, özenle gizlenendir hep. Merak ettikleri, kaygılandıkları, aranan ulaşılmayan değil, kendileriydi. Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktu. İnsanın doğasına uygundu bu. Üstelik günün bencil ruhuna da uygun düşüyor onu haklı çıkarıyordu. Kimse kimseyi bu yüzden, kınayarak ayıplayamazdı.

Başkalarından, onlar en sevdiklerimiz, en çok sevenimiz de olsalar, kendilerini düşündükleri kadar bizi düşünmelerini, kendileri için kaygılandıkları kadar bizim için kaygılanmalarını, merak etmelerini, üzülmelerini, talaşlara düşmelerini beklemek yersiz anlamsız, karşılığı olmayan bir beklentiydi.

Böyle bir şey beklemek, her fırsatta eleştirdiğimiz, şikayetçi olduğumuz benciliğin bir başa şekilde ifade ediliş biçimi olurdu. Hem üstelik bu olanaksızdı. Boşa bir beklenti olurdu.

Düşündükçe derinleşen bu düşüncelerde kaybolduğunda hem herkesi anlayan oluyor, hem kederlerinden uzaklaşıyordu.

İnsan ilişkilerinin sarılabileceğimiz bir ütopyası yoktu. Kim bilir, kaç bilinmezli bir denklemdi karşımızda hazır bulduğumuz. O sarıldığımız bulduğumuzu sandığımız ütopyaların hep eksik kalan bir yanı vardı. Hep onlar ilişkinin doğal akışı içinde çabuk yeniliyor, hayal kırıklıkları yaşanmasına neden oluyordu.

“Yaşayarak öğreneceğim” derken yaşını başını da hesaba katmadan, her şeyi oluruna bıraktı. Önceden kurgulanmış, beklentilerle süslenmiş bir hayat olmayacaktı yaşayacağı. Herkes gibi, herkes kadar, kırılacak, üzülecek, düştüğü yerden kalkarak yalnız yürüyecekti.

 

Hasan KAYA

9 Temmuz 2014 Çarşamba