Dün akşam ve bütün bir gece, -çalışma aralarında- sosyal medyada dolaşırken iktidarın gücünü nereden aldığını tüm çıplaklığıyla görme şansı buldum.

Nasıl mı oldu?

Önce, izninizle bir benzetme yaparak başlayım. Her paylaşım bir saksıydı kafama düşen, aklımı başıma getiren.

Şimdi devam edeyim:

Özgecan, adlı genç kızımız Tarsus’ta evine giderken bindiği dolmuş kullananı ve arkadaşları tarafından kaçırılmış, tacize, tecavüze direndiği için bıçakladıktan sonra yakılarak bir dere yatağına atılmış. Ailesinin ısrarlı araması, jandarmanın çabalarıyla önce yanmış cansız bedeni, sonra katilleri bulundu.

Gün içinde cinayetin ayrıntıları ardından cenazesinden gelen görüntüler iç yakan, isyan ettiren türdendi. Her şey bir olup, insanı karmaşık düşüncelere, duygulara götürüyordu…

Tek kelimeyle her şey: Korkunçtu…

Kolay değil, insan, böylesi olaylar karşısında, içinden çıkılması zor bir duygu yoğunluğuna savruluyor. Bunu ettiğim küfürlerden biliyorum. “Elime geçirsem…” diye başlayıp sonunu getirmeye korktuğum tümceden biliyorum. Sonra dedim ya çalışma arası sosyal medyada dolaşırken gördüğüm paylaşımlardan, yorumlardan biliyorum.

Yarım kalan tümcelerdeki küfürler, yorumlar, paylaşımlar bir savrulmayı, ama daha çok da bir gerçeğimizi açığa çıkarıyor.

Ne mi o?

Şiddetin bu toplumun farkında olmadan üzerinde anlaştığı yegâne “değeri” ve “ortak paydası” olduğu…

“Yok, canın, daha neler” diyenler de elbette olacak. Kim ne derse desin benim gördüğüm gerçek bu. Ve bu gerçek beni korkutuyor.

Evet, korkunç buluyorum bunu…

O yüzden; bir daha “korkunç” diyorum…

Gerçekten korkunç, çünkü böylesine bir ortak payda toplumun cinnet halini yaşadığını bize anlatır. Aklınızdan ne geçiyor bilmiyorum, ama bu hiç de hafife alınacak bir durum değil. Çünkü bu, hepimizin içinde fırsat kollayan ve bir diğerinin canisi tarafından her an kışkırtılmaya hazır bir caninin bağdaş kurup oturduğu anlamına geliyor.

Bu duraksamada hükümeti eleştirmek kolay, kaldır vur yerden yere. Hak ediyorlar da. Şunca zaman iktidardalar taşıyamayacakları yanlışları kadar günahları var. Her şey bir yana, kadın meselesinde yarattıkları iklim, yaptıkları ve yapmadıklarından çok daha olumsuz bir etki yaratarak toplumu zehirledi.

Hükümet ve saray meraklısı üzerine çok şey söylemek mümkün, ancak bu söyleyeceklerimiz madalyonun o bilinen yüzünü tarif etmek olur.

Peki, diğer yüzü?

Onu görmek, bilmek isteyen yok. Üstelik onu bilmek birazda kendimizi bilmek oluyor.

Hiç bakmadığımız, görmek istemediğimiz madalyonun o diğer yüzünde bizim günahlarımız var. Bizim yanlışlarımız var. Ne kadar kaçmaya çalışırsak çalışalım onlar orada duruyor. Biz görmek istemediğimiz için yok da olmuyorlar.

Bana artık kabak tadı veriyor hükümetten, saraylılardan söz etmek. Bu soyut hep suçluyu başka yerlerde aramak hiçbir işe yaramıyor. Dönüp kendimize bakmak gerekiyor biraz da.

Çuvaldızı tutan elimizden daha cesur değilse, iğneyi tutan elimiz adil olmamız mümkün olmaz. Gerçek birazda iğneyi kendimize batırmaya cesaret ettiğimizde ortaya çıkıyor.

Yoksa nasıl açıklarız; bir şiddet olayını, kanlı bir cinayeti eleştirirken, şiddet dilini kullanmayı, cani ilan edilenlerin caniliğine eş, onunla yarışan “adalet” istemini.

Bu dil aynı zamanda iktidarın dili. En sıradan gösterilerde göstericilere acımasızca saldıran polisi kahraman ilan edenlerin dili. Esnafa “sık ulan sık” diye bağıran zorlayan iteleyerek zorla gaz sıktıran iktidarın dili…

Siyasal, ideolojik olarak farklı yerlerde durduğumuzu söylemek çok bir anlam ifade etmiyor. Hepimiz aynı iklimden besleniyoruz. Bir düşünün; başkalarının celladı, o içimizdeki kahramanlar. Oysa onlar, bizden olmayanları en acımasız şekillerde yok etmeye yemin etmiş, ant içmiş caniler. O “kahramanlarıyla” çocuklarını yetiştiriyor anneler, o “kahramanlarla” seviyor babalar sonra cani olacak oğullarını…

Hasan KAYA
15 Şubat 2015 Pazar