Bu tarihlerden (669) başlayarak Kürtler ile Zazalar farklı inanışlar içinde yan yana ancak daha çok da birbirlerine karşı yaşamışlardır. Her iki halk farklı inançların etkisi altında tarih içinde farklı kültürler oluşturmuştur. Dilde de var olan farklılık iletişimin giderek kopmasına neden olmuş ve ayrılığı derinleştirmiştir. Dersimliler kendilerini Kürt olarak tanımlamaktan özenle kaçınır, Zazaca “Ma Kırmanci” (Biz Kırmanci) derler. Hatta yeri gelmişken söyleyelim Zaza tanımlamasını da Şafiyi Zazalardan dolayı pek kabul etmezler. Aynı dili konuşmalarına rağmen bu ayrımı yapmaları dahi dinin etkisini ve farklılaşmada ne kadar belirleyici olduğunu gösterir.

Çalışmamızın diğer bölümlerinde konuya ilişkin genel düşüncelerimizi aktarmış olmamıza rağmen burada daha kapsamlı olarak Kızılbaşlık ve Kızılbaşların kimliği üzerinde duracağız. Bizce Aleviliğin içinde ve onun bir kolu olan Kızılbaşlık oldukça önemlidir.

Alevilikle ilgili çalışmalarda ne yazık ki konuya yeterince ilgi gösterilmemiş. Her nedense gözden ırak tutulmaya çalışılmıştır. Alevilikten söz eden tüm çalışmalar Aleviliği bir bütünmüş gibi göstermiş ve büyük bir kesimi Aleviliği Bektaşiliğe indirgemiştir. Yaygın kanının aksine Alevilik yalnızca Türkiye’yle sınırlı bir inan biçimi değildir. Geniş bir coğrafyada karşımıza çıkan Alevilik, var olduğu her yerde o bölgenin geçmiş kültür ve uygarlık değerlerinden beslenen bir biçim ve anlayışa sahiptir. İran’da yaşanan Alevilik ile Anadolu’da yaşanan Alevilik birbirinden farklılıklar göstermektedir. Alevilik ülkeden ülkeye değişikler gösterdiği gibi aynı ülke içinde bir bölgeden bir diğerine de farklılıklar göstermektedir.

Aleviliğin bir bütün olduğunu düşünen ve bir sonraki adımda onu Bektaşiliğe indirgeyenler kendi kendileriyle çelişmektedir. Bu çevreler Aleviliği bir bütünmüş gibi gösterip ardından onu Bektaşiliğe indirgerlerken Bektaşiliğin kendi içinde farklılaştığını, farklı kollara ayrıldığını çekinmeden söylemektedirler. (Babayi, Çepni kolları gibi.)

Aleviliğin bir kolu olan ve her nasılsa o şeyin kendisi kabul edilen şey farklı kollara ayrılacak ancak ait olduğu genelin bir bütünlük içinde olması gibi saçma bir sav yine de ileri sürülecektir.

Yaşadığımız coğrafyada Kızılbaş inancı Alevilik içinde en az Bektaşilik kadar önemli kollardan biridir. Bizim inancımıza göre bu kol en eski kollardan biri ve Anadolu Aleviliği denen olgunun da ilk unsurudur.

“Kızıl-baş, bu iki kelimeden oluşan Kızılbaşlık kavramı, anlamından da anlaşılacağı gibi başı kızıl olanlar, yani başlarına kızıl başlık takanlar için türetilmiştir.”[1] Kızılbaş adlandırmasının, başa giyilen kızıl başlıklardan hareketle türetildiği savı genelde savunulan ve kabul gören bir anlayıştır. Bu anlayışa biz de katılıyoruz. Her sözcüğün türetilmesinde olduğu gibi burada da somuttan hareket edilmiştir. Ancak bu kızıl başlıkların kimler tarafından kullanıldığı konusunda yukarda alıntısını yaptığımız yazarla ve diğer birçok yazar ve araştırmacıyla aynı düşünceleri paylaşmıyoruz.

Aleviler oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmalarına rağmen daha çok Dersim ve çevresindeki Alevilerin bu adla anıldığı bilinen bir gerçektir. Bundan başka, bu bölge insanları da kendilerini bu tanımlama ile ifade ederler. Tüm Türkiye’de yakın bir zamana kadar Alevilerin, Kızılbaş olarak tanındığı da bilinen bir başka gerçekliktir. Hatta bu tanımlama kısa bir süre öncesine kadar Alevilik yerine ve oldukça yaygın olarak kullanılmaktaydı.

Alevileri yakından tanımayan kesimlerin tüm Alevi kesimlerinin genel benzerliklerinden hareketle hepsini bir görmeleri doğal karşılanacak bir durumdur. Ama her nasılsa yakın bir zamanda Alevilerin kargışlanması, yerilmesi bir yana bırakıldı. Üstüne üstlük Kızılbaş tanımlaması da bir kenara atılarak Anadolu’daki bütün Alevilerin Bektaşî oldukları konusunda hemfikir olundu. Bu gelişmenin ve varılan noktanın doğal olduğuna inanmak oldukça zor görünüyor. Alevilerin kendilerini daha rahat ifade ediyor olmalarının sarhoşluğu içinde bazı gelişmeler gözlerden kaçırılıyor. Zülfükar’ı boyunlarına asmak ve her yerde göğüslerini gere gere Alevi olduklarını söylemek her şey olarak görülür oldu.

Genel olarak Alevi inançları özel olarak da Kızılbaşlar üzerine söylenenler yaşanan gerçeklerle çelişiyor. Bu durum da sıradan inanan ve inançlarını yaşamaktan başka bir kaygısı olmayan insanların kafasını karıştırmadan edemiyor.

Kızılbaş sözcüğünün nereden çıktığı kimler oldukları konusunda da birbirini tutmayan savlar vardır; Kimilerine göre Uhud savaşında yaralanan Yalvaç Muhammed’in başının kanlar içinde kalmasından hareketle Ali’nin ve taraftarlarının o tarihten sonra girdiği savaşlarda başlarına kızıl başlıklar takmasından geldiğini ileri sürerler. Bazıları da Şah İsmail’in, Yavuz Sultan Selim’le girdiği Çaldıran Meydan Muharebesi’nde başına kızıl başlık bağlamasından geldiğine inanmaktadırlar. Halk arasında da en yaygın kabul gören ve anlatılan bu sonuncu varsayımdır.

Bu iki varsayımın doğruluğu da tartışılır düzeydedir. Ali ve taraftarlarının başına bağladığı kızıl başlıklardan Kızılbaş tanımlamasına varıldığı sanırım en uzak ihtimallerden biridir. Böyle olduğunu varsayarsak, bugün Arap Yarımadası’nda bu adla anılan toplulukların var olması gerekirdi. Tarihte ve günümüzde böyle bir grubun Arap Yarımadası’nda varlığına hiç rastlanmamış olması, bu varsayımın bütün inandırıcılığını ortadan kaldırmaktadır.

Diğer varsayım ise Şah İsmail ve ordusunun Yavuz Sultan Selim’e karşı girdiği Çaldıran Savaşı’nda başlarına kızıl başlıklar takmasından geldiği şeklindedir. Bu sav üzerinde birçok araştırmacı hemfikirdir. Ancak Şah İsmail ve taraftarları kızıl başlıklar kullandılar ise neden kızıl başlıklar taktıkları açıklanmadan bu öngörünün doğruluğu pek anlaşılmaz. Safevi Devleti’nin kurulduğu bölge ve bölgenin eski inançlarının bunda bir payı olup olmadığı hiç sorgulanmadan bunu anlamak sanırım olanaksızdır. Bir başka söylemle bizce, Şah İsmail’in kızıl başlık seçmesi de keyfi bir seçim değildir. Bunda bölgenin eski inançları olan Zerdüştlük ve Zerdüştlük öncesi inançların bir etkisi söz konusudur.

Dersim bölgesinde var olmuş eski inançlar ve bu inançların bölge insanlarıyla yakından bir ilgisi olduğunu düşünüyoruz. Bir başka deyişle Kızılbaşlık bu bölgenin geçmişiyle yakından ilgilidir. Dersim bölgesinde geçmişte bulunan yaygın Adergahlar (Ateş tapınakları) ve tapınakların görevlilerinin başlarına kızıl başlıklar giydiği bilinmektedir. Bundan başka Dersim bölgesinin giyim kuşamı da bu savın doğruluğunu bize göstermektedir. “Dersimliler kollik dedikleri yünden yapılma geometrik koni şeklinde bir başlık kullanır ve bunun etrafına siyah veya kırmızı ipekten puşi denilen sargılar sararlar.”[2] Öyleyse bu bölge insanlarının eski inançları ve onların bugünkü inançları arasında bu sözcük ve inanışın bağından söz etmek yanlış olmaz.

Bu savımıza birçok çevreden itirazların geleceğini biliyoruz. Başlıca itiraz İslamiyet içinde olduğuna inanılan bir topluluğun adının da İslamiyet içinde olması gerektiği önyargısından kaynaklanmaktadır. Diğer bir itiraz da bu savımızla Kürtlerin ve Zazaların eski inançları olan Zerdüşlük ve Zerdüştlük öncesi bölgenin inançlarıyla bir bağ kurularak bu topluluğun etnik kimliğinin belirginleşeceği korkusudur.

Ancak belirtelim ki Kızılbaşların Zerdüştlüğü tam olarak kabul ettiği şeklindeki varsayımı da doğru bulmamaktayız. Kızılbaşların İslam’a mesafeli oluşunun bir nedeni de onların Zerdüştlüğü tam olarak kabul etmemelerinden kaynaklanmaktadır. Zerdüşt inancının yaygın olarak kabul edildiği toplulukların İslam’a fazla bir direnç göstermediklerini görmekteyiz. Bugün Şafiyi mezhebinden olan Kürtlerin önceden Zerdüşt olduklarını biliyoruz. Zerdüşt olan Kürtlerin İslam’ı kabul edişlerinde Zerdüştlük ile İslam’ın benzerliklerinin bir payı ve en azından bu geçişi kolaylaştıran özellikleri olduğunu düşünüyoruz.

Zaza Kızılbaşların inançları incelendiğinde, özellikle gündelik yaşamlarına bakıldığında Zerdüşt öğretisi öncesi unsurlarını içerdiği hemen görülecektir. Zerdüşt öğretisi tek Tanrılılığı öngörür. Aynı zamanda Zerdüşt öğretisinde Ay, Güneş, ateş gibi unsurlar yerini tek tanrı olan Ahura-Mazda’ya bırakırlar. Zerdüş’ün ilginç olan yaklaşımlarından biri de “Güneş, Ay ve yıldızlara olan tavrıdır. Anlaşılan göksel deva olan bu cisimlerden Zarathustra pek fazla söz etme cesaretinde bulunamamıştır veya onları Ahura-Mazda ile şöyle veya böyle ilişkilendirmemiştir.”[3] Ancak Zaza Kızılbaşlar inançlarında hala Zerdüşt öncesi bölgenin hâkim inancı olan unsurları bugünkü inançları içinde eritmişlerdir. Bunu en net bir şekilde gelenek-göreneklerinde gözlemek olanaklıdır.

Zerdüştlüğün iyi bilinmemesinden dolayı Zerdüşt öncesi inançlarla Zerdüşt öğretisi birbirine karıştırılarak bu konuda birçok yanlış yapılmış ve yapılmaya devam edilmektedir.

Zerdüştlüğün kutsal kitabı olan Avesta’nın ciddi bir incelemesi bu konudaki tüm karışıklığı gözler önüne sermeye yeterlidir. M. Sıraç Bilgin’in, Zarathustra (Zerdüş) Hayatı ve Mazdaizim adlı çalışmasında Zerdüş’ün öğretisini yayarken kendisinden önceki inançlara karşı mücadele ettiğini ama bunda tam olarak başarılı olamadığını göstermekte. Zerdüş öğretisini yayarken aynı zamanda kendisinden önce gelen inan biçimlerinden tamamen kopamamıştır. Özellikle Zerdüş’ün ölümünden sonra eski inançların birçok unsuru tekrar Zerdüşt öğretisinin içine girmiş ve aradaki tüm farklılığı silikleştirmiştir. Zerdüşt öncesi bölgenin eski inançları Zerdüşt öğretisini etkilemiş ve onun şekillenip bölgenin bir anlamda hâkim inancı olmasında bir rol oynamıştır. Ancak Zerdüştlük bölgenin hâkim inancı olduktan sonra İçinden çıktığı eski inançları etkilemeden de edememiştir. Zerdüştlük sadece kendinden önce var olanları değil kendinden sonra gelen dinleri de etkilemiştir.

Adlarına kitap dinleri dediğimiz Müsavilik, Hristiyanlık ve İslam’ı da etkilemiştir.

Ortalıkta dolaşan ve gelişi güzel savunulan görüşlerden biri de Kızılbaş sözcüğünün Türkçe oluşuyla ilgilidir. Sözcüğün Türkçe oluşu bu inancın insanlarının da Türk olması anlamında yorumlanmaktadır. Ama bu görüşün savunucuları da çok iyi bilmekledirler ki tarihte birçok kere topluluklar kendi adlarını kendileri vermemişlerdir. Daha çok da komşuları tarafından onlara bir ad verilmiş ve onlar da bu adı süreç içinde kabullenmişlerdir. Anadolu’ya gelen Türkler daha kendilerine Türk demezken ve  Türk sözcüğü dönemin yöneticileri tarafından bir yergi olarak kullanırlarken, komşuları onlara bu adı vermişlerdi.

“Anadolu başkaldırmaları konusunda belli başlı bir kaynak olan Naima Tarihi’nde Türk halkı için “Naden Türk,[4] etrâk-i bi-idrâk (İdraksiz Türkler),[5] Türk-i bed-lika (çirkin suratlı Türk),[6] çoban köpeği şeklinde bir Türk-ü sütürk idi”[7] v.b. demektedir.

Bütün Osmanlı tarihçilerinin Türklere karşı tutumu budur ama bu tutum yalnız Osmanlılara özgü de değildir. Gerçekten de, Türk halkının karşısında yer alan yalnız Osmanlılık olmamıştır. Selçuklular bile, bir süre sonra İranlıların ve Arapların etkisiyle, Türk halkını hor görmeye başlamıştır. Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmul Türk halkı için şu sözleri söylemiştir: Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetli gelirse kaçarlar.[8]

Türk Devletleri olarak bildiğimiz ve “övündüğümüz” Selçuklular ve Osmanlılar döneminin tarihçilerinin Türk yorumları böyleyken yöneticilerin tavrı da farklı değildi. Ama yine bildiğimiz kadarıyla 11. yy. başlarında Batılı yönetici ve yazarlar Anadolu’ya Türkiye ve burada yaşayanlara da Türk demeye başlamışlardır.

Öyleyse bir topluluğun adının hangi dilde olduğu o adın kimlerce verildiği o topluluğun etnik kimliğini belirlemek için yeterli bir veri oluşturmaz.

Bu gerçek Zaza Kızılbaşlar için de geçerlidir.

Alevilerin genel olarak Yalvaç Muhammed ve damadı, yeğeni Ali ve tüm takipçilerine karşı özel bir sevgi saygıları vardır. Kızılbaşların da bu sevgi ve saygıyı gösterdikleri bilinir. Ancak bu sevgi ve saygının “Ali’nin cesaret ve cömertliği göz önüne alınırsa herhangi bir cesur şahsa gösterilen sevgi gibi ondan çok büyük sevgi gösterilse de bu onay ve saygı özel bir durumdan öteye geçmediği sezilir”[9] Bunun başlıca nedenleri İslam’ı kavrama ve bilmeleriyle ilgilidir. Dersim Kızılbaşlarının Ali ve ailesi konusundaki bilgileri de çok eksik ve genelde kulaktan dolmadır. Ali’nin camide öldürülmüş olmasını namaz kılmamaları için bahane etmeleri de bunu gösteren etkendir. Oysa Ali camide namaz kılar hatta halife olarak cemaate namaz da kıldırırdı. Camide öldürülmüş olması da bunu göstermekte. Ali’nin ölümünden sonra oğulları Hasan ve Hüseyin de namaz kılmaya devam etmişlerdir. Hasan kısa bir süre halife olarak cemaate namaz da kıldırmıştır. Kızılbaşların Ali ve ailesi ile ilişkileri daha çok dışarıdan gelen eleştirileri göğüslemek için bir kalkan gibi kullandıkları izlenimi verir. Böylece İslam’a inandıklarını ancak farklılıklarının Ali’ye inanmaktan geldiğini ileri sürmüş olurlar.

Dersim’in her yerinde insanın karşısına çıkan kutsal yer ve yatırlar Muhammed, Ali ve ailesinden daha önde gelir bunlara olan inanç günlük yaşamda daha etkindir.

“Biz, Dersim’deki kutsal yer ve yatırları şimdiye kadar hiç kimsenin sayamadığını hemen söylemek istiyoruz. Kolay bir iş de değil bu. Acaba Dersim’de kutsal yer ve yatırın olmadığı bir tek köy var mıdır? Üstünde kutsal yer ve yatırın olmadığı bir Dersim dağı var mıdır? Dersim’in kaç gölü, kaç kaynağı kutsal değildir?”[10]

Dersim, tarihin hiçbir döneminde bölgeye hâkim hiçbir gücün tam olarak egemenliği altına girmiş değildir.

Bu durum 1938 yılına kadar da böyle sürer. Dersim’i çepeçevre çevreleyen dağlar doğal bir kale gibi dışarıdan gelen her tehlikeye karşı korunma olanağı vermiştir.

Arapların yayılması ve İslam’ın doğuya ve kuzeye açılması 633 yılında başlayıp 636 yılında biten Suriye’nin fethi ile başlar. Bunu Irak’ın ve İran’ın fethi izler. (651) “Küçük Asya’daki yayılış daha zor olur ve fetihlerin hızını keser.”[11] “669’da Dersim bölgesi Rumlardan (Bizans) Arapların idaresi altına geçmişti. Dersim Kürtleri (Zaza), Araplara karşı direnmiş ve İslamiyet’i kabul etmeyerek Zerdüşt dinini korumaya devam etmiş oldukları için, Arapların idaresi Dersim bölgesine nüfuz edemeyerek yalnız Kürdistan’ın diğer bölgeleri İslamiyet’i zorla kabule mecbur olmuşlardır.”[12]

Dersim Kızılbaşları Şafiyi Kürtler ve bazen de Türkler için onlar “Kılıç Müslüman’ı, kılıçla döndüler” derler. Bu söz ilk bakışta kendilerinin “gerçek Müslüman” olduklarını anlatmak için kullanılır gibidir. Aslında ise bir tarihe kadar ortak veya yakın inançlardan Arap baskısından dolayı vazgeçmiş olmalarına bir yergidir.

Bu tarihlerden (669) başlayarak Kürtler ile Zazalar farklı inanışlar içinde yan yana ancak daha çok da birbirlerine karşı yaşamışlardır. Her iki halk farklı inançların etkisi altında tarih içinde farklı kültürler oluşturmuştur. Dilde de var olan farklılık iletişimin giderek kopmasına neden olmuş ve ayrılığı derinleştirmiştir. Dersimliler kendilerini Kürt olarak tanımlamaktan özenle kaçınır, Zazaca “Ma Kırmanci” (Biz Kırmanci) derler. Hatta yeri gelmişken söyleyelim Zaza tanımlamasını da Şafiyi Zazalardan dolayı pek kabul etmezler. Aynı dili konuşmalarına rağmen bu ayrımı yapmaları dahi dinin etkisini ve farklılaşmada ne kadar belirleyici olduğunu gösterir.

Kaldı ki tespitlerimize göre Kürtler ile Dersim Kızılbaş Zazaları arasındaki farklılaşma Zerdüştlüğün gelişmesi ve bölgenin hâkim inancı olmasıyla olmuştur. Dersimli Kızılbaş Zazalar Zerdüştlüğü dahi pek kabul etmezlerken Kürtler Zerdüşt inançlarına bağlanmışlardır. Bütün bu farklılıklar süreç içinde İslamiyet’le derinleşmiştir. Osmanlılar döneminde, Osmanlıların Safevi devletiyle girdiği savaşlarda Kürtler ile Kızılbaş Zazalar hep karşı saflarda yer almışlardır. Cumhuriyet dönemindeki isyanlarda da bunu görüyoruz. Şeyh Said ayaklanması öncesinde Dersim Kızılbaşlarından yardım almak istemiş aynı dili konuşmasına rağmen eli boş dönmüştür. Daha sonra Dersim isyanına da Şafiyi Kürtler destek vermemiş hatta bastırmada elerinden geleni yapmaktan geri durmamışlardır.

Uzun bir tarih dilimi içinde farklı tarihleri yaşamış, farklı kültür ve ruhsal şekillenmeyi oluşturmuş Kürtler ve Zazaları bir kabul etmek zordur. Zazaları Kürt, Zazacayı da Kürtçenin bir diyalekti kabul etmek bu gerçeklerin ışığında doğru olmaz. En önemlisi de Dersimli Kızılbaş Zazalar kendilerini Kürt kabul etmezler. “Dersim, Bingöl, Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan’da bu dili konuşan Aleviler (Kızılbaşlar) kendilerine Zaza demiyor. “Kırmanc” diyorlar. Dillerine ise Kırmanciki, yer yer de Dımli (Dimili) demektedirler”[13] “Bu dili konuşan Aleviler (Kızılbaşlar) Zaza terimini aynı dili konuşan Sünni inançlı halk için kullanmakta, sorulacak olduğunda Palu ve Diyarbakır’ı göstermektedirler.

Kendilerine Zaza, dillerine Zazaca diyenler sadece Sünni inançta olanlardır. Aynı şekilde, kendilerine Kırmanc, dillerine Kırmancki veya Dımli (Dimili) diyenler ise yalnızca Alevilerdir”[14]

Aynı dili konuşan ve aynı kökenden gelen Zazaların bu farklılaşmasında din belirleyici etkendir. Bu gerçek bize Zazaların Kürt, Zazacanın da Kürtçenin bir diyalekti olduğu savının hepten anlamsız olduğunu göstermektedir.

Bir başka sav da Zazaların Türk olduklarıdır. Artık pek savunulmayan bu görüş hâlâ halk arasında etkisini sürdürmektedir. Bu etkinin sürmesindeki en büyük etken Dersimlilerin öteden beri Horasandan geldiklerini söylemelerinden kaynaklanır. Ataları Horasandan gelen ve bunu kuşaktan kuşağa söyleyerek aktaran Dersimliler doğudan Horasan üzerinden Küçük Asya’ya gelenlerin sadece Türkler olduğunu okumuş olmalarından kaynaklanan bir yanılsama içindedirler.

“Kürt aşiretleri beraberlerinde seyit halifeler mevcut olduğu halde Horasan’dan göç ederek Dersim’e gelmişlerdi. MS 1300 tarihinde Dersim’e gelen bu aşiretlerden başlıcaları: Şeyh Hasanan, Kureyşan, Hormekan, İzolan, Sadyan, Karsanan, Millan ve Bomauran Kürt kabileleri olup, baştaki halifeleri Kureyş ve Bomasor idiler. Bu aşiretler Horasan’dan Dersim’e geldiklerinde, tamamen Zaza diliyle konuşuyorlardı. Bu sebeple Dersim’de diğer aşiretlere nazaran, bugüne kadar Kureyşan ve Bomasoran seyitleri Alevilik Gülbengini akıcı bir üslupla ve pek eski Zaza diliyle konuşurlar ve asla Türkçe konuşmazlar.”[15] Kendi tarihlerini bilmeyen tüm halklar gibi Dersimliler de kendi geçmişleri üzerine pek bilgi sahibi değillerdir. Yıllarca Türk daha sonra Kürt oldukları üzerine yapılan propagandaların etkisi altında sürekli bir kimlik sorunu yaşamış olmaları Dersimlilerin en büyük sorunlarından birini oluşturmaktadır.

Dilleri, etnik kimlikleri ve inançları üzerine her kesimden farklı bir düşüncenin ortaya atılması Dersimlileri şaşırtmanın ötesinde etkilemiştir. Son zamanlarda dilleri ve etnik kimlikleri üzerine yapılan sınırlı çalışmalar çok yaygın bilinmese de bir gelişme olarak anılmaya değer. Bu çalışmalar arttıkça ve tartışmalar derinleştikçe bu konularda bir netliğin oluşacağına inanıyoruz.

 Hasan KAYA

Tarihten Günümüze 
Alevilik Kızılbaşlık  Sf.  131 -143

——————————————————————

[1] Rıza Algül, Aleviliğin Sosyal Mücadeledeki Yeri sf.27

[2] Dr.Vet. M Nuri Dersimi, Kürdistan Tarihinde Dersim sf. 30 Zel Yayıncılık

[3] M. Saraç Bilgin, Zarathustra (Zerduş) Hayatı ve Mazdaizim sf. 190

[4] Naima Mustafa Efendi: Tarih-i Naima (Razvat el-Hüseyin fi hulâsat ahber el-hâfikn; Türkçeleştirerek Yyn., Zuhri Danışman, Zuhri Danışman Yyn. İstanbul C. I. 1967 sf. 169. Aktaran Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, sf. 4

[5] Namâ a.g.e, C. I. Sf. 238. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[6] Namâ a.g.e, C. II. Sf. 536. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[7] Namâ a.g.e, C. III. Sf. 1180. Aktaran Çetin Yetkin, a.g.e. sf. 4

[8] Togan Zeki Velidi, Umumi Türk Tarihine Giriş, Cild I. En Eski Devirlerden 16. Asra Kadar, 2. Baskı, İ.Ü. Ed. F. Yyn., İstanbul 1970, s. 215’de. Aktaran: Çetin Yetkin a.g.e. sf. 4

[9] Kürdistan Tarihinde Dersim , M. Nuri Dersimi  sf. 22

[10] “Yitiqatê Dêrsimi de DUZGIN” adlı yazının Türkçesi Dersim İnancı’nda DUZGIN, Dersim Dergisi

[11] Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, Server Tanilli sf.124

[12] Kürdistan Tarihinde Dersim , M. Nuri Dersimi  sf. 22

[13] Dersim ve Dersimli, Seyfi Cengiz sf. 7

[14] a.g.e sf. 7

[15] Kürdistan Tarihinde Dersim, M. Nuri Dersimi sf. 23