Unutmaya karşı direnenlerin defteri

Bazı kitaplar hiç yazılmaz. Bazı cümleler hiç kurulmaz. Bazı tanıklar hep sessiz kalır. Ama bu, onların var olmadıkları anlamına gelmez. Aksine, en derin yaralar en az konuşulanlardır. Ve her susturulmuş kelime, gelecekte yazılacak bir kitapta yankılanmak üzere ertelenmiştir. İşte o kitaplardan birini yazmaya çalışıyorum: Sessizlik Kitabı’nı.

Bu kitap, konuşmayanların değil, konuşturulmayanların kitabı. Haykırmayanların değil, haykırmaları bastırılanların. Burada sözcükler sessizce ilerler; bağırmaz, ama suskunluklarını taşır. Her paragraf, susturulmuş bir çığlığın yankısıdır. Ve her satır, zamanın kenarına not düşülmüş bir vicdan kırıntısı.

Bugün yaşadığımız coğrafyada sessizlik bir tercih değil, bir yönetim biçimi. Rejimin dili artık emir cümlesiyle değil, boşluklarla kuruluyor. Bir gazetecinin köşe yazısında neyi yazmadığı, neyi üstü kapalı söylediği ya da hangi ismi anmadan geçtiği, artık cümlelerinden daha çok şey anlatıyor. Mahkeme tutanaklarında eksik bırakılan isimler, delil yerine konan fısıltılar, basında sansürlenen görüntüler… Bütün bunlar Sessizlik Kitabı’nın satır aralarıdır. Ve bu kitap büyüyor.

Sessizlik artık yalnızca korkudan ibaret değil. Bir alışkanlık, bir refleks, hatta bir konfor alanı haline geldi. “Konuşursam ne değişecek ki?” sorusu, sadece bir umutsuzluk değil; aynı zamanda bir kaçış. Çünkü konuşmak, sorumluluktur. Hatırlamak yük getirir. Unutmak ise rahattır. Hafıza çalışması, sadece geçmişin değil, geleceğin de yükünü taşımaktır. O yüzden Sessizlik Kitabı, bir tür etik ajandadır. Kendimizi değil, başkalarını korumak için yazdığımız bir defter.

Ama bu defterin dili öfke değil, tanıklıktır. Çünkü öfke bazen yozlaşır, körleşir. Oysa tanıklık keskindir, ayırt eder. Sessizlik Kitabı’nın her bölümü, bir başka çürümüşlük biçimini anlatır: Bir akademisyenin üniversiteden ihraç edilip kapısının mühürlenmesini, bir gazetecinin tek bir tweet nedeniyle yıllarca sürecek yargılamasını, bir gencin sabaha karşı evinden alınıp günlerce haber alınamayışını. Ve sonra, tüm bunların toplumda hiçbir yankı yaratmadan geçip gitmesini.

Bu sessizlik, sadece devlete ait değil. Toplumun kendisi de suskunluğu yeniden üretiyor. Mahalle baskısıyla, sosyal medyada linç kültürüyle, “aman bize dokunmasın” zihniyetiyle. Hegel’in söylediği gibi: “Halk, sustuğu zaman yalnızca hükümetin değil, kendi sonunun da mimarıdır.” O yüzden Sessizlik Kitabı sadece devlete karşı değil; içimizdeki küçük otoritelere karşı da yazılıyor.

Çünkü sessizlik bulaşıcıdır. Yayılır. Kapsar. Ve bir gün, hiç ummadığın anda kendini onun içinde bulursun. Konuşmak istemezsin artık. Yazmak yorar. Dinlemek tahammülsüzlük yaratır. Ve en sonunda, sessizlik seni de şekillendirir. Artık sen de bir şey demediğin için suçlusundur.

Ama Sessizlik Kitabı burada kırılır. Bu kitabın yazılması, o büyük suskunluğun çizgisine çekilen bir yarık gibidir. İçinden kelimeler sızmaya başlar. Ve o kelimeler, zamanla bir hafıza inşa eder. Yıkıntılar arasında yürüyen, gözleri açık ama ağzı kapalı kalabalıklara bir işaret bırakır.

Belki de bu kitap hiç tamamlanmayacak. Çünkü sessizlik hep şekil değiştirir. Ama her yazılan cümle, o karanlık binaya bir çatlak daha atar. Ve her çatlak, bir ışık ihtimalidir.

O yüzden bu defter yazılacak. Her gün, her olay, her ihlal bir not olarak düşülecek. Çünkü unutmak, iktidarın en güçlü silahıdır. Ve hatırlamak, direnişin en insanca biçimi.