Saray ve Hükümet, İsrail ile barışmanın yollarını arıyor. Yeni aşıklar gibi gizli gizli orada burada buluşuyor, görüşüyor. Barışmak için, dün destek verdiği, arka çıktığı Filistin davasının önde gelen örgütleri olarak tanımladığı örgütleri gözden çıkarıyor. İsrail’in terörist gördüğü bu Filistinli örgütlerin Türkiye’de büro açmalarını, faaliyet göstermelerini yasaklıyor, açık olanları kapatıyor. Filistinli örgüt liderlerini sınır dışı ediyor.
Bütün bunları İsrail’i çok sevdiğinden yapmıyor.
İsrail’e ihtiyacı var.
Evet, İsrail’e, Türkiye’nin ihtiyacı var.
Bu cümleyi tersten kurmak, İsrail’in Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu söylemekte mümkün.
Günümüzde, hiç bir ülke bir diğerini gözden çıkarmayı göze alamaz. Küreselleşmeyle oluşan dünya pazarı görünür, görünmez bağlarla dünyanın her yerini bir birine bağladı.
Ulusal ekonomileri, ulusal çıkarları aşıyor. Ulusal politikaları anlamsız kılan bu ekonomik alt yapı (pazar,) inanç penceresinden bakmayı, siyaset yapmayı da bir kadar anlamsız hale getiriyor.
Böyle bir dünyada politikacıların yüksek perdeden “Eyyy”li konuşmaları içi boş, oy kaygısını ifade ediyor. Kitlelerin geri bilincine seslenen bu efelenmelerle siyaset belirlemeye çalışmak, çok geçmeden hayatın/dünyanın gerçeğiyle ters yüz oluyor.
İsrail ile içine girilen bu barışma çabaları, bize bu “küslüğün” sürdürülebilir olmadığını, ülkeye bir maliyetinin olduğunu gösteriyor. Başka bir söylemle, maliyetin daha kabarık hale gelmemesi için, hummalı bir barışma çabası gösteriliyor. Aynı maliyetin misli ile Rusya kriziyle de söz konusu olduğunu, Kasımpaşalı delikanlılığı ile politika yapmanın Türkiye’ye pahalıya patladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Kapıya dayanan, AB ve Almanya krizinin Türkiye’ye maliyetinin ne olacağını ise düşünmek dahi istemiyorum. Bu cümledeki Türkiye, soyut bir kavram, bir ülke adı olmanın çok ötesinde anlam ifade ediyor. Bu, bu coğrafyada yaşayanların yaşamlarının artan işsizlik, yoksullukla giderek çekilmez olacağı anlamına geliyor. Diğer yandan maliyetin artmas, hamasetle ülkenin yönetilmesinin anlamsızlığını, akıl dışılığını gözler önüne seriyor. Çünkü ekonominin her dar boğaza girişi, hamasetti kendiliğinden boş laf yığına döndürüyor.
Yaşadığımız dünyanın henüz farkında olmayan siyasilerin içeride kitlelerin geri bilincine, milli, dini hassasiyetlerine seslenerek iktidarda kalma şansı giderek ortadan kalkıyor. Çünkü bizim dünyaya ihtiyacımız olduğu kadar dünyanın da bize, yani Türkiye’ye ihtiyacı olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Küreselleşmenin karşılıklı bağımlılığı şekillendiren ekonomik alt yapısı, ulusal ekonomilerin, ulusal siyaset alanlarını daraltıyor. Ulusal politikacıları taşra politikacıları düzeyine düşürüyor. “Ben, sınırlarım içinde istediğimi yaparım, ulusal egemenlik alanımda istediğim borazanı çalar, istediğim baskıcı yönetimi inşa eder, istediğim ekonomik modeli seçer, uygularım” demek artık o kadar mümkün gözükmüyor.
Merkez Bankanızın dünyayı hiçe sayan faiz oranlarıyla birkaç puanlık oynaması, tarlalarınızda neyin ekilip biçileceği, neyi ne kadar üreteceğiniz dünyanın bir sorunu olabiliyor. Ya da dünya pazarının ihtiyaçlarıyla zaten sınırlamış bir rol size veriyor. Bu rolün dışına çıkmak, keyfi davranmak artık o kadar mümkün olmadığı gibi anlamlı da değil. Ya da, komşularınızla ilişkileriniz, bölgenizdeki siyasi gelişmelerde aldığınız pozisyon dünyayı doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü izlediğiniz siyasettin dünya için bir sonucu olabiliyor. Örneğin hiç yoktan bir göçmen sorunun oluşmasına neden olabiliyor.
Bu anlamda, bir diş müdahaleden söz etmek de mümkün değil. Çünkü içinde olduğumuz kimi organizasyonlar oyunu kuralınca oynayacağımızı baştan kabul ettiğimiz anlamına geliyor. İçinde olmaktan övünülen G 20 bunlardan biridir. Bu organizasyon dünyanın 20 büyük ekonomisinin, zenginliklerini dünyaya göstermek için bir araya geldiği bir organizasyon değil. Birlikte hareket etmeyi öngören oyunun kurallarının belirlendiği bir yapıyı ifade ediyor. Dünyanın 20 büyük ekonomisi geriye kalandan farklı olarak bir biriyle daha fazla ilişkili, daha fazla iç içe bir ekonomiye sahip. Bu da, ortak kararlar, etrafında buluşmayı, ortak ekonomik ve siyasi programlara sahip olmayı kaçınılmaz kılıyor.
Türkiye’nin giderek tarım alanlarının darılması, bazı ürünlerin artık üretilmiyor olması, ağırlığın bazı ürünlere verilmesi hep buralarda alınan ortak kararın ürünüdür. Dahası, kır nüfusunun sınırlandırılması, kırsal nüfusun şehirlere çekilmesi buralarda alınan kararlarla şekillenmiştir. Küresel sermayenin üretim fazlasının şehirlerde tüketicisi olması planlanan Türkiye’nin hızla şehirleşmesi, nüfusun şehirlere çekilmesi, kimi bölgelerde güvenlik sorunlarının oluşması kısmen bu planın bir parçasıdır.
Hiç kuşkusuz bu organizasyonlarda olmak içeride tümden hükümetlerin elini kolunu bağlamaz. Ulusal Hükümetlere belli bir esneklik alanı tanır. Ancak bu alanın sınırları birlikte hareket edileceği taahhüdü verilen ekonomilerin zarar görmesi noktasında son bulur.
Bu sınırlar içinde hareket eden her ulusal hükümet, ulusalcı, dinci gerici politikaları hayata geçirmeye çalışabilir. Bu birlikte hareket edilen uluslararası küresel güçleri çok da rahatsız etmez. Hatta bazen bu politikalarda genel yarar görülürse desteklenmesi de söz konusu olabilir. Buradaki altın kural, sınırların fazlasıyla zorlanmaması, hareket alanı içinde kalınması, uçlara kadar taşınmasıdır.
AKP Hükümetleri uzun yıllar bu esneklik alanını iyi kullandı. Ancak uzun iktidar olmanın getirdiği rahatlık ve belki de öz güven son dönemlerde sınırları fazla zorlayan, bazen aşan bir pozisyon almasına neden oldu. Bu oyunun kuralarını tanımayan, kimi zaman kendi kurallarını dayatmayı deneyen pozisyon alma, uluslar arası küresel güçlerin kabul edebileceği bir şey değil.
Öyle olduğu içinde, biz Türkiye’nin giderek dış politikada yalnızlaştığından söz ediyoruz. İçeride yalnızlaşmadan, baskıdan, anti demokratik uygulamalardan söz edilirken, dışarıda bu hükümetin ve Saraylının artık gitmesi dile getiriliyor. Bütün bunların farkında olan Saraylı orada kalmanın olanaklarını yaratmak için, hızla rejim değişikliğine gitmeyi planlıyor. Ortadoğulu liderlerin, hileli seçim sonuçları üzerinden, meşruluğunu dünyaya kabul ettirmenin bir benzerini uygulamaya çalışıyor Sürekli seçilmiş bir cumhurbaşkanı olmasından söz ediyor. Halkın arkasında olduğundan, gönderilmesinin o kadar kolay olmadığını gösterme gayreti içinde. Ancak biletinin Davos’ta kesilmiş olduğunu da çok iyi biliyor.
Yandaş basının Davos’tan bir dünya lideri çıkarmaya çalışmasının aksine, ayağının altına karpuz kabuğunun konduğu yerdir Davos.
Hasan KAYA
21 Haziran 2016 Salı