Komşumuz Fazile Abla, bacaklarından tutup baş aşağı sarkıttığı tavuğunu almış gecekondumuzun bahçesine gelmişti. Okuldan eve geldiğimi görmüş, akşam gelecek misafirleri için tavuğunu kesmemi istiyordu.

Annem; “o yapamaz” dediyse de inandıramadı.

Ben, gözümü elinde baş aşağı sarkan tavuktan ayırmadan; “başka işin mi yok, kendin yap” deyince de; önce erkekliğimi sorgulayan bir şeyler ağzında geveledi, sonra başladı açıklamaya. O, kadın olduğu için yapamazmış, İslam inancına göre kadının kestiği mundar olur, yenmezmiş…

O yaşta, bunu anlamam da, kabul etmem de olanaksızdı, şaşkınlıkla bakmakla yetindim. Ama daha sonra, aynı şeyin Aleviler içinde söylendiğini, babasının engin bilgisini gururla paylaşan arkadaşımın; “Babam diyor ki” diye başlayan cümlesine, “Ha siktir ulan, başlatma babandan…” diyerek tepki vererek öğrenecektim.

Bunu, o zaman bilseydim, Fazile Ablanın elinden kendimi kurtarmak için; “benim kestiğim de mundar olur, yenmez” diyerek ailenin mahalleden sakladığı sırını, aşikar eder miydim bilmiyorum.

Bahçedeki seslere, oradan geçen mahallenin bıçkın delikanlısı Ahmet geldi, oldukça istekli, hevesli; “ver ben keseyim” deyince tartışma bitti. Tavuğu, bıçağı Fazile Ablanın elinden aldı. Tavuğu oracıkta yere, toprağa bastırdı, bıçağı yan yatırıp boynuna sürmeye başladı. Bunu yaparken bir yandan da, mırıl mırıl bir şeyler okuyordu. Sonra uzatarak, besmele çekti, bıçağın keskin ağzını tavuğun ince boynuna dayadı.

Bıçağı çekmesiyle kan fışkırmaya başladı.

Ben, insanın acımasızlığını, bir cana kıymanın kolaylığını düşünürken, nasıl olduysa tavuk celladının elinden kurtuldu. Kanat çırpıyor, oradan oraya sıçrıyor, yükseliyor, sonra yere düşüyordu.

Ortalığı, bahçenin neredeyse her yerini kan içinde bıraktı. Bıçkın delikanlı Ahmet, şaşkın çaresiz, birazda elinden kaçırdığı için mahcuptu. Boynu kesilmiş tavuk, bir süre gözlerimizin önünde can çekişerek debelendi, debelendikçe kan kaybetti. Sonunda devinimleri yavaşlamaya başladı, düştüğü yerde birkaç kez daha bacaklarını çekip uzattı. Ortalığı kana bulayan debelenmeleri artık küçük titremelere dönüşmeye başlamıştı, bir süre sonra da hareketsiz kaldı.

Ahmet, son bıçak darbesini vurmak üzere, tavuğun üzerine gelerek, eğildi, bıçağı yarasına dayayıp hızla çekti, başını gövdesinden ayırdı. Bıçağı orada yerde bırakıp, Fazile Ablaya bıraktı. Büyük bir iş başarmış adamların edasıyla, destursuz daldığı bahçeden, geldiği gibi ayrıldı gitti…

Bu olaydan sonra, ne zaman bir hayvan kesilse ben orayı terk etim. Hayvanlara çektirilen o acıyı, bir daha görmek, tanık olmak istemedim.

Görmedim de…

Ama buna benzer debelenmeleri, can çekişmeleri toplumda, siyasette çok gördüm, çok tanıklık ettim. Koltuğa sıkı sıkıya bağlanmış bir liderin o makamı terk etmek zorunda kaldığında yaşadığı, çevresine yaşattığı da buna benziyor.

Dünyayı titreten, bölgelerini, ülkelerini kana bulayan o diktatörlerin son günlerine bir bakın: Yenilginin artık bir kaderden farksız gelişini görmezden gelirler. Gidişin, artık kaçınılmaz olduğunu bile bile kazanamayacakları bir kavgaya/savaşa girer hepsi.

Giderayak, direnmekten çok, can havliyle (ölüm korkusu) bir debelenmeye dönüşen bu karşı çıkışlar, ayak diremeler ortalığı kana bulamaktan başka hiçbir işe yaramaz.

Hasan KAYA
2 Ağustos 2015 Pazar