Bizim başımız, dostun omzuna, sevgilinin kucağına inerken, eğilir…

Hasan Kızıltan’ın anısına

Günlerdir Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, üniversitelerine tepeden atanan rektörü protesto ediyorlar. Eğlenceli, yaratıcı, kırmadan dökmeden eylemlerini sürdürüyorlar. Günlerdir orantısız bir güç ile karşı karşıya olan öğrenciler, siyasetin en tepesinden başlayarak her düzeyde hedef gösteriliyor. Dün basın açıklaması yapmaya hazırlanıyorlardı ki, polisin biri kalabalık içinden gençlerden birini hedef alarak, “Eğ başını eğ, yukarı bakma” diyerek saldırdı. Sonra da gözaltına aldırdı…

Bu ülkede hiçbir şey değişmiyor, hayatın diyalektiği çalışmıyor sanki. Anılar elimi tutup bir koşu gençlik yıllarına götürüyor…

Ne günlerdi…

Herkesin ürkerek korkarak sözünü ettiği 80 öncesiydi. Başımızda kavak yelleri, kim ne derse desin güzel günlerdi. Her şeyi ile daha güzel, daha yaşanılası bir Türkiye düşüne inanmış gençlerdik.

Okulda, sokakta meydanlarda, yana yana, omuz omuza en güzel türküleri söylediğimizde, bir bahanesini bulur saldırır, gözaltına alırlardı polis.  Alır önce karakola sonra Siyasi Şubeye, Gayrettepe’ye götürürlerdi. İşlemler bitene kadar, bazen de önünde durduğumuz pencerenin solundan aşağı inilen hücrelerde yer açılana kadar, kapının karışında iç avluya bakan pencere önünde, giriş kapısına arkamız dönük, uzun uzun bekletilirdik. Oraya saatlerce diker, kapıdan giren çıkan, merdivenden inen çıkan yanımıza gelir, baş parmağını işaret parmağının üzerine oturtturup karın boşluğuna arkadan hızlıca dürtüp “niye geldiniz ulan” diye sorar, sorduğunun cevabını beklemeden başımıza vurup “eğ başını, eğ” der giderdi…

Bir seferinde üç saati aşan bir süre öyle dikilmiş beklemiştik.

Orada oturmak, bir yerlere yaslanmak, başımızı çevirmek, sağa sola bakmak yasaktı. Başımızı çevirmeyi, sağa sola bakmayı neden istemediklerini anlıyorduk, şubeye girip çıkan polisleri tanımamızı, mimlememizi istemiyorlardı.

Ama başımızı dik tutmak da yasaktı.

Başımızı dik tutuğumuzda gelip vurarak eğmemizi isterlerdi. Biraz direndiğimizde, orada iş meydan dayağına, işkenceye dönüşürdü.

Son kez, Hasan Kızıltan ile dikilmiştik o pencerenin önünde. Ne kadar orada dikildik bilmiyorum. Hasan Kızıltan yorulmuştu. Kulağıma eğilip “bizi burada unuttular” dedi. Merak etme unutmazlar sıramız gelecek diyecek oldum, “Konuşmak yok, başınızı eğin, dönün önünüze” diye buyuran bir ses duyduk arkadan gelen.

Göz ucuyla bakışmakla yetindik, gülümsedik. Karşı bina, Toplum Polisine aitti. Toplumsal bir olaya müdahale etmek için hazır bekleyen polisler orada bir odadan diğerine girip çıkıyor, bir araya gelip uzun uzun sohbetler yapıyorlar, bol bol sigara içiyorlardı. Onları izlemek oyalanmak için iyi geliyordu.

Bir süre sonra, yandaki telsiz odasının kapısı açıldı, telsizdeki cırtlak ses bize kadar ulaştı. Kapı kapandı, “Hasan Kaya, Hasan Kızıltan” dendiğinde gitme zamanı gelmişti, döndük.  Odadan çıkan şişman tıknaz polis, Hasan Kızıltan’dan gözlüklerini çıkarmasını istedi. Hasan gözlüklerini çıkarır çıkarmaz yumruklar art arda gelmeye başladı.  Hırsla öfkeyle vururken bir yandan da “bir daha gelecek misin ulan, burası yol geçen hanı mı” diye bağırıyordu. Sonra, birden daha öfkelendi, çünkü Hasan gözlerini, tıknaz polisin gözlerine kitlenmişti, “bak bak, bir de gözümün içine içene bakıyor” diyordu polis. Hasan Kızıltan yediği yumruklardan söylenenleri duyacak durumda değildi. Dişini sıkmış, benim yerime dayak yediğinin farkında olmadan direniyordu. Polislerin en sevmediği, en korktuğu şeyi yapıyor, gözlerini kırpmadan gözlerinin içine içine bakıyordu. Bir an müdahale etmek istedim, yapamadım. Hoş bende elimi kolumu sallayarak buradan çıkacak değildim.

Sıramı bekledim.

Hasan Kızıltan bir kez yere düştü kalktı. Bir daha düşüp kalkınca onu bıraktı. Hışımla bana döndü, “bir daha gelecek misin ulan” derken yumruğu suratıma indirdi. Kendimi toparlayıp, gelecek yumruklara hazırlarken, “Şimdi siktirin gidin” dedi. Bizi karakoldan gelen polislere teslim etti.

Çıktık şubeden… Karakol, savcılık, akşama evdeydik…

Bir faşistin adımızı vermesi üzerine, hiç alakamız olmayan bir olaydan alınmıştık. Hasan Kızıltan o gün benimle olduğu, benimle görüldüğü için, ilk gözaltını yaşamış, karakolun nezarethanesinde volta atmış, tespih sallamış, şubede dayak yemişti.

Evet, polis Hasanları karıştırmıştı. Ama bunda Hasan Kızıltan’ın benden daha uzun ve yapılı olmasının da payı vardı. Hasan’ın ilk kez gözaltı yaşamasının verdiği acemilik, başına geleceklerden bihaber, adı konması zor yaşadığı sevinçle alaycı aldırmaz duruşunun da payı büyüktü… Gece yarısı evden alınmış karakolda bir araya gelmiştik. Neyle suçlandığımızı bilmiyorduk. Hasan Kızıltan elindeki tespihi sallıyor, “Usta ne olacak şimdi” derken ne olacağını, o kadar da merak etmiyordu.

Çok sonra, benim yerime dayak yediğinin farkına vardığında hiç aldırmadı. Bazen benden bir şey istediğinde, “bak senin yerine dayak yemiş, üç ay hapis yatmış adamım ona göre!” derdi.

Şubedeki dayakla kalmadı Hasan Kızıltan. Daha sonra, ben uzaklarda sürgün, kaçak öyküleri yazarken, Hasan Kızıltan savcının ısrarlı sorularına “Nerede bilmiyorum” diyordu. Sonunda kızan savcı, “tutuklanmasına” diyerek tutuklayıp Toptaşı Cezaevine göndermişti.

Yıllar sonra bir araya geldiğimizde özür dilemek istemiştim, “Saçmalama usta” demiş, kocaman sarılmıştı. Hemşin yaylalarının güzel yürekli çocuğu ayrılıp gitmeden, birkaç ay önce yine söz dolanıp anılardan yolu geçtiğinde, “Usta” dedi. “Biliyorum, sana ağır geliyor, ama hiç kafana takma… asıl ben sana çok teşekkür ederim, yaşadıklarımdan hiç pişman değilim, hem düşünsene yahu, Yılmaz Güney ile üç ay yatım…” Şaşırmıştım ne diyeceğimi bulamadım, içimi rahatlatmak istiyor diye düşündüm, ama o öyle laf olsun diye konuşan biri değildi… Giderken bir dahakine de, “sana neden ilk tanıştığımızdan beri Usta dediğimi” söylerim demişti. Gülümseyerek, otobüse binmeden hemen önce.

Bir daha olmadı. Hasan bir tan vakti, içimi yakarak güneşin kızılına gitti, ışık oldu. Bir başka Hasan’ın şiiridir, “acıyı bal eyledik / sıratı yol eyledik” ve başımız hep bir dostun omzuna indiğinde, bir de sevgilin kucağına düştüğünde eğildi…