.: Bozulmayan ezberler…

 

Her gün, sabah kahvemi içtiğim kafeteryadaki yan masa komşum, kilo verdiğimin farkına varmış, laflamak için bunu fırsat bilip sesleniyor; “ne o hocam sizde mi açlık grevindesiniz?”

Ama dönüp nasıl baktımsa, daha ben bir şey demeden; “pardon, pardon, özür dilerim” demek zorunda kalıyor.

Ben de nezaket bozulmasın diye; “Önemli değil” demek zorunda kalıyorum. İstediğine ulaşıyor; laf lafı açıyor, kahvesini alıp masama taşınıyor. Otururken; “ne gereksiz şey, şu açlık orucu” demesini düzeltiyorum; “süresiz, dönüşümsüz ölüm orucu” diye.

“Ölene kadar mı?” diyor sandalyesine iyice yerleşirken…

“Evet, ölüme kadar” derken olmadık bir laf eder diye telaşlanıyorum.

Korktuğum olmuyor.

Yüzünü acı avuçlarına alıyor, gözleri kısılıyor, sesi telaşlı kısık, elerini nereye koyacağını bilemez oluyor bir anda. Zorla acı içinde; “Bu çok acı” diyebiliyor.

“Çok acı” diye tekrarlarken dokunsan ağlayacak gibi oluyor. Ben ise; kendimi çoktandır kaybettiğimiz, o insanı bulmuş gibi içten içe sevinirken yakalıyorum…

Susuyoruz bir süre karşılıklı. “Bize ne oldu böyle” diye.

Nice sonra son derece iyi niyetli, içten; “O bölgenin sorunu yine o bölgedeki aşiretler, ağalar, onlardan kurtulmadan kimse rahata ermez, o bölge düzelmez. Bölgenin geri kalmışlığı bundan, yokluk bundan, yoksulluk bundan” derken edebiyat öğretmenliğinin verdiği şiire yakınlıkla giderek şiirleşen konuşması kulağa hoş geliyor.

Kendi de farkında bunun. Kendinden hoşnut, dinlendiğinden emin sürdürüyor. Sayıyor art arda nefes almadan. Bundan sonrası bildik bir nakarat; çok çocuklu aileler, cahillik diye sürüp gidiyor.

“Ağalık kalkmalı, feodalite kaldırılmalı” diyor…

Arkama yaslanmadan araya giriyorum; “dedikleriniz olsa ne olacak, ne olmasını bekliyorsunuz?”

Neredeyse; “yaşadığımız bu sorunların hiç birini yaşamaz, gül gibi geçinip gideriz” diyor. İşte o zaman anlıyorum ki; bazen ne dediğimizi bilmeden, bize ne ezberletilmişse onu tekrarlamaya bayılıyoruz. Onların dışına çıkmak aklımıza hiç gelmiyor.

Çok sevdiğim bir arkadaşımın papağanı Paşa aklıma geliyor; “o bile bizden iyi” diyorum kendi kendime. Kuş aklıyla da olsa, arkadaşın ezberletilenlerin dışında kendi kendine; kapı zilini taklit etmeyi eklemiş dağarcığına…

Biz o kadarını dahi yapamıyoruz.

Büyük çoğunluk, o bölge dedikleri Kürdistan’ın aşiretlerden, ağalardan kurtulmasının ne anlama geleceğini bilmiyor. Bilseler, söylediklerinin toplumsal, siyasal sonuçları olacağını, o sonuçların da; hiç istemedikleri gelişmeleri kendiliğinden getireceğini bilir ve siyasal tercihlerine taban tabana zıt böyle bir şeyi bırakın söylemeyi, akılından dahi geçirmezler.

Feodal parçalanmışlık anlamına gelen değişik aşiretlerin ve ağaların varlığı Kürtlerin bölünmüşlüğü demektir. Daha açık söylemek gerekirse; aşiretlerin ortadan kalkması, ağalık sisteminin yok olması demek; Kürt ulusal uyanışının da şekillenmesi anlamına gelir.

Değişik aşiretlerin mensubu olmak etnik kimliğin ve/veya ulusal kimliğin şekillenmesini geciktiren unsurlardır. Bu yüzden; Türkiye’nin bölge politikası ağaları, aşiretleri kollayan, kayıran ve varlığının devamını isteyen bir çizgide sürmüştür, sürdürülmüştür…

Bu feodal parçalanmışlık; Kürt kimliğinin, Kürt ulusal bilincinin şekillenmesinin engeli olarak görüldüğü içindir ki üzerine gidilmedi. Dönemsel sözü edilen; topraksız, az topraklı köylünün ağaların elinden kurtulması anlamına da gelecek olan toprak reformu, bu yüzden hiçbir zaman gerçekleşmedi/gerçekleştirilemedi…

Bunları nasıl toparlayıp anlatacağımı düşünürken zaman kazanmak için; “Bir kahve daha içer misiniz” diye soruyorum.

Memnuniyetle kabul ediyor…

Kahveler gelirken laf karışıyor, konu değişiyor, muhabbet koyulaşıyor, vazgeçiyorum aynı konuya dönmeyi. Hem anlatsam ne olacak ki; kimse bildiğinden, ezberlediğinden vazgeçmiyor…

Hasan KAYA
11 Kasım 2012 Pazar