Toplumda olduğu gibi toplumun değişik kesimleri içinde de farklı düşüncelerin, inançların, ön kabullerin olması son derece doğal. Başka türlü olması da zaten mümkün değil. Konuştuğunuzda bunun böyle olduğu ve/veya olması gerektiği kabul edilir, ancak hemen bir sonraki cümle bunun inkârı anlamına gelecek bir itirazla sürer. Genellikle “ama” ile başlayan o tümce bütün farklılıkları yadsıyarak tekçiliğe ulaşmayı hedefler.
Farklı olanlar karşısındaki duruşumuz, yok saymakla başlıyor, düzeltmeler, yasaklamalarla sürüyor. Elimizden geldiği her yerde, hiç çekinmeden bizden farklı olanları köşeye sıkıştırmaktan, baskıcı olmaktan çekinmiyoruz. Biraz öteye geçtiğimizde; bizden farklı olanlara söz hakkı, yaşam hakkı vermek içimizden gelmediğini görüyoruz.
Kendi mahallemize sıkışmış olmaktan bir türlü vazgeçmiyoruz. Bu bize belli bir rahatlık ve korunma duygusu veriyor. Her şeye ve herkese buradan bakmayı, değerlendirmeyi seviyoruz. Çünkü işimize geldiği yerden değerlendirmeler yapmak, haklı çıkmamızı kolaylaştırıyor. Ancak bu kolaya kaçma, sarılma hayat içinde hiçbir değer taşımıyor. Doğru yaptığımız anlamına gelmiyor.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun üzerinde “adalet” yazan bir pankartı eline alıp Ankara’dan İstanbul’a yürümeye başlaması karşısında bu alışkanlığımızdan vazgeçmediğimiz, aksine bunun daha da derinleştiğini görmek bir kez daha mümkün oldu. Bu yürüyüşü herkes kendi durduğu yerden değerlendirmeyi başladı.
Her kesim kendince bir milat belirleyerek o başlangıç noktasına dönerek değerlendirmeyi başlattı. Bu, en başa dönerek yapılan değerlendirmeler, beklendiği gibi, birlikte yürümemenin bahanesini üretmek içindi.
CHP’nin yakın, uzak geçmişi masaya yatırılarak yapılacak her değerlendirme, birlikte yürümeyi engelleyecek bahane bulmakta sıkıntı çekilmeyecek zenginlikte. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Mecliste dokunulmazlıklar kaldırılırken “anayasaya aykırı, ama evet diyeceğiz” dediniz diyerek başlayan bir değerlendirme yapmak, ardından “Demirtaş tutuklanırken neredeydiniz” diye sormak haklı gözükmek, birlikte yürümemek için yeterli bahaneler olabilir.
Dahası var. CHP Sur, Cizre, Yüksekova ve diğer şehirler yerle bir edilirken sustu, izlemekle yetinerek iktidarın suç ortağı oldu. Suriye’de sürmekte olan savaşı diline dolamış, çok kez eleştirmiş de olsa, süren savaşta payı olduğu dahi söylenebilir. En azından, Türkiye’de çeteler silahlandırılıp eğitilirken vermesi gereken tepkiyi vermediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Devletçi, Kemalist yaklaşımı doğru yerde durmasının, sıkça iktidarla aynı çizgi üzerinde buluşmasının asıl nedeni olduğu da doğru. CHP’nin bir yüzünün sola dönük olması, içinde çok sayıda sol, sosyal demokrat unsurun olması, bundan kendini kurtarmasını ne yazık ki mümkün kılmıyor.
Her şeyi bir kenara bırakın, CHP Genel Başkanı, Kemal Kılıçdaroğlu’nu yollara düşüren bardağı taşıran son damla olarak sunulan, Enis Berberoğlu’nun tutuklanması sürecini dahi çok ciddiye almadı. Gereken tepkiyi aynı nedenlerle zamanında vermedi. Görüldüğü gibi, CHP’nin günahlarını hiç zorlanmadan çoğaltmak mümkün.
CHP’ye eleştirel yaklaşmak, kuşku ile bakmakta hiçbir sakınca yok. Olması gereken de bu. Ancak gelinen duraksamada herkesin gördüğünü CHP’de görüyor. CHP bir varlık sorunu ile karşı karşıya. Belki bu yüzden, son bir çare olarak sokağa başvuruyor da olabilir.
CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun şartların zorlamasıyla başlattığı bu “adalet yürüyüşü” partisini kurtarmaya yeter mi bilmiyoruz. Ama bizi harikalar diyarına götürmeyeceği kesin. Öte yandan, ne yazık ki; bizim, yani sosyalistlerin bu hareketi, harikalar diyarında bitecek bir sürece sokmamız da mümkün gözükmüyor. Fakat ülkenin içine düştüğü kulakları sağır eden bu çöl sessizliğini yırtan bir çığlığa dönüştürmemiz pek ala mümkün.
Ancak ne var ki; hemen burada da bir başka sorun karşımıza çıkmakta gecikmiyor. 12 Eylül’ün üzerinden bunca zaman geçmiş olmasına rağmen yaşadığı dağınıklığı bir türlü üzerinden atamamış olan sosyalistler bazen kendilerini korumak adına hiçbir şey yapmadan, geçmiş ezberlerle konuşmayı yeğliyor ve/veya peşine takıldığı Kürt ulusal hareketinin yedeğinde hareket etmeyi yeğliyor. İşin en trajik yanı ise bunların büyükçe bir çoğunluğunun, HDP’li yetkilerin dediğini kaçırdığında ne diyeceğini bilmez bir halde ortada kalması; “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm”[1] diyen 18. yüzyılda yaşamış, bir burjuva aydını olan Voltaire’nin gerisine düşmesidir.
Hasan KAYA
[1]Sözü eksiksiz ve doğru yazmak için, internete başvurduğumda karşıma bu sözün en azından bu biçimiyle Voltaire’nin hiçbir eserinde yer almadığını, buna karşın, 6 Şubat 1770 tarihinde Le Riche başkeşişine; “Monsieur l’abbé, je déteste ce que vous écrivez, mais je donnerai ma vie pour que vous puissiez continuer à écrire” [Muhterem (başkeşiş), yazdıklarınızdan nefret ediyorum ama yazmaya devam etmeniz için canımı veririm]” şeklinde bir tümcesine ulaştım.