.: Özlemlere koşuyorum…

Ellerim cebimde kendimi sokaklara atıyorum, çarşı pazar, deniz kıyısı demeden içimden geldiğince dolaşıyorum. Sağlı sollu yediğim omuzlar, çatık kaşlar sövemeye ve kavgaya hazır bakışlardan yılıp kendimi bir otobüse, bazen ne yöne gittiğine dahi bakmadan bir dolmuşa atıyorum.

Çoğunlukla kalabalıklar içinde akıntıya kapılmış, çaresiz sürüklenen biri olarak buluyorum kendimi. Gittiğim, varacağım hiçbir yerin önemi yok o anlarda. Denize yakın olmak, boğazda, Marmara kıyısında bir yerde olmak olsun yeter. Kanlıca olsun mesela bazen Üsküdar Salacak sahili, Fenerbahçe denize yakın, yosun ve tuz kokusu. Bir de Marmara’nın mavi sularındaki yeşil yalnızlığım. Kimsesiz uzak ve Hayırsız…

Bir Kâffe, çay bahçesi ararken kendimi inadına yollara düşmüş buluyorum.

Karşıya geçmeli.

Kadıköy, Karaköy sonra Tünel ve İstiklal Caddesi…

Kaybolmadan, her şeyi geride bırakıp, her şeyi unutarak kaybolmadığıma kızıyorum bazen. Sanki onlarca kez sınanmış kesinliği ile kendi uydurduğum “Bir şehri onda kaybolmadan tanımak olanaksızdır” sözüne inanarak İstanbul da kaybolarak İstanbul’u bulmak istiyorum. Bu belki de İstanbul da kaybolan gençliğimi İstanbul’da, İstanbul’la bulmak isteği.

Vapura da bırakıyorum, bu gemilere bir dahaki gelişimde binemeyeceğimi. Hangi akla hizmet özleyeceklerimizin arasına bu beyaz martıları da koyacaklar.

Kadıköy’den kalkan vapur satılmayı bekleyen çatısı yanmış Haydarpaşa Garı önünden geçiyor. İstanbul ve denizle tanıştığım yer. Kız Kulesi ve Kız Kulesine sevdalı şairin şiirleri aklımda güvertede rüzgâra verdiğim özlemlerle Karaköy’e varıyorum.

Temaşa çıkan yalnızlığımız İstiklal Caddesinde.

Kâffeler, sinema önleri, kalabalıklar. Mağazalara girip çıkan, vitrin önlerinde birikmiş rüküş kadınlar, kızlar, kaldırımları döven topukları, işsiz, avare hovarda erkekler gelen kalabalıklardan kaçarak bir kâffeye giriyorum.

Cam kenarı, kapıya yakın, kirli bordo bir koltuk mermer masa gelen bir bardak su ve az şekerli Türk kahvesi. Karşı masada yüz çizgilerine yılların yorgunluğunu asmış iyi giyimli bir kadın dudaklarında abartılı kırmızı ruj beklediği az sonra kapıdan girecekmiş gibi gözü kapıda gülümsüyor.

Hep beklediğimiz birileri, davetsiz gelmesini istediklerimiz oluyor. Sevdiklerimiz yakın, uzak hep yanımızda olsunlar istiyoruz, bizi de bekleyenlerin olduğunu unutarak. Kalabalıklar içinde kaybolan sesimiz, susan elerimiz ne yapacağını bilmez olduğunda tanıdık yüz, eski bildik bir sesin hasretini yaşıyoruz. Küskün, kırgın sesini odada bırakıp pencereden bakmaların geliyor aklıma, arkan bana dönük, arkan odaya dönük, öyle uzaklara bakarken sen gelip arkadan sarılacağımı beklediğini düşünmüştüm. Beklide ben gelip sarılmak istediğim için senin de böyle bir şeyi istediğini düşünmüştüm. Sessizlik girdikçe aramıza gelemiyorum sana ve aramızda sessizliğin duvarı yükseldikçe kopuyorduk bir birimizden, uzaklaşıp ayrı düşüyorduk.

Her kadında senin yüzün, her çocukta senin gülmelerin, her akşamda senin hüznün, her sabah senin sesin.

Masalardan birinde sanat tarihinden söz eden bitimsiz, inişi çıkışı olmayan bir kadın sesi, dönüp arıyorum. Karşıda çaprazımda kalan masada Seda Sayın kopyası bir kadın. Durmadan bacak değiştiriyor her bacak değiştirip bacak bacak üstüne atmalarında etekleri açılıyor, çekiştirip kapatıyor. Dışarıda akan, duran kalabalıklar, gürültü, hayat ve kavga sesi…

Cam sesi, cam kırıkları ve Kâffenin camını kırıp içeri düşen taş, yerimizden fırlayıp kalkıyoruz. Korku, telaş, dışarıda koşan, kaçan dağılan kalabalık polisler. Karşımda gözü kapıda oturan yaşlı kadının dudaklarında abartılı kırmızı ruj titriyor Seda Sayın kopyası eteklerini toplamış susuyor alt dudağını ısırarak. Arkalardan bir ses öne doğru geliyor.

“Ne istiyorlar bunlar, rahat batıyor bu millete” diyerek. Kapıya kadar gelip kalıyor öylece sesin sahibi. Bir an dışarı çıkıp oradan hızla uzaklaşmak istediğini düşünüyorum. Ama o geldiği gibi homurdanarak dönüp oturuyor yerine

Cam kırıkları, taş alındı yerden. Dışarı çıkmak ile kalmak arasında gidip gelirken bir kahve daha istiyorum az şekerli bol köpüklü. Dışarıda cadde tenha bir sessizlik içinde susuyor şimdi. Uzun sürmez bu sessizlik. “İnsan dildir” diyen Aydın geliyor aklıma. Dili ile var oluyor insan, konuşuyor ve direniyor.

Korkusunu yenen Kâffe az önceki sesini buluyor ve masalarda dışarıda yaşananlar konuşuluyor. Bir masada konuşulan diğerini tutmuyor. Sınır ötesi hareket, belki de F tipi cezaevlerini protestoydu az önce coplar, biber gazı ile dağıtılan eylem. Akşam haberlerde öğrenecektik, coplanan, saçlarından yerlerde sürüklenen, biber gazı sıkılmış gençlerin görüntüleri eşliğinde. Sonra hiçbir şey olmamış gibi magazin yağmuru, pop yıldızlarından yumruk yiyen paparazziler, kadın programları, politikacılar, asker eskileri. Demokrasi ve insan hakları nutukları başlayacak.

İstanbul yedi tepeye yüklediği acıları saklıyor arka sokaklarda, uzak semtlerinde. Varoşların itilmişliğinde öteki İstanbul olur acılar.

Hasan KAYA