Evden çıktım. Dar sokak aralarını arkamda bırakıp ana yola indim. Gelen geçen taksilere el kaldırıyorum, duran yok. Müşteri beğenmiyorlar. Bu da durmazsa yürüyeceğim diyip elimi gönülsüz kaldırmamla durması bir oluyor.

“Günaydın” deyip ön tarafa oturdum. Arabama nasıl biri bindi der gibi bana dönerek “Aleykümselam” demesinden anladım ki ‘Günaydın’ dememi beğenmedi.

“İskeleye lütfen” derken bir ters bakış daha. Kısa mesafe gidecek yolcuyu sevmez taksi şoförü. Haklılar da… Dur kalk kurtarmıyor bu benzin fiyatlarıyla.

Kızdığını, beni sevmediğini anlamazlıktan gelip; havadan sudan bir konu açayım diyorum. Aklımda olmadığı halde; “İşler nasıl ?” diye soruyorum.

Bir an için “Sana ne be adam” derse ne diyeceğim diye aklımda vereceğim cevabı arandım. Beni şaşırtıyor; “Ham dolsun. Allah’a Şükür iyidir.” diyor.

Farklı diller kullanıyoruz bu belli. Anlaşmaktan çok bir birimize katlanıyoruz. Neyse ki yol kısa… Susmaktan başka çare yok.

Çok sürmüyor…

“Sağda uygun bir yerde ineyim” diyorum.

Zınk diye duruyor taksi. Cama yapışacağım neredeyse. Elimi uzatıp torpido gözüne dayıyorum, kendimi zor kurtarıyorum.

Parasını verip bir an önce inerek, onu da kendimi de kurtarmak istiyorum. “İyi günler, kolay gelsin” deyip cevap beklemeden inerken; “Allah razı olsun, hayırlı günler,” diyor…

Bu son olandan sonra taksiye binmeyeceğime karar veriyorum. Daha önce ezan okunuyor diye radyo kapatan, mezarlık yakınında olduğumuz için radyo kapatanlara rastlamıştım. Bu son olsun demenin zamanı diye düşünerek yaya geçidine geldim…

Yaya geçidi, sarı çizgiler çalışmayan ışıklar. Karşıya geçmek isteyen gittikçe çoğalan genç, yaşlı, kadın, erkek kalabalık içindeyim. Cep telefonları hiç susmuyor. Arada biri atıyor kendisini yola. Bende deniyorum beceremeyip duruyorum. Karşıdan karşıya bir geçebilsem iskeleye varacağım. Korkunun ecele faydası yok diyip kendimi atıyorum yola. Bir bayan sürücü el kol sallayarak duruyor, küfür yediğimin resmidir yüz ifadesi. O durunca bir taksi, bir minibüs de duruyor; karşıya geçiyorum.

İnsan kalabalıklar içinde hep tanıdık bir yüz arar. Öylesine bakınıyorum tanıdık birilerini görebilir miyim diye. İki oğlan çocuğu ellerindeki jetonları bir birine vurup ses çıkartıyor. “Eminönü, Beşiktaş jeton.” diye karaborsa jeton satıyor. Bir yandan da; bir birilerini kolluyorlar göz ucuyla. Bu bana kardeş, en azından akraba oldukları izlenimi veriyor. Belli ki; akşama sonucu belli olacak, bir yarışa tutuşmuşlar. Ne kadar gariplik, terslik varsa görüyorum. Önümde yürüyen üstü başı dökülen adamın yaylanarak yürümesi, kollarını abartılı açmaları dikkatimi çekiyor. “Buranın kabadayısı” diye aklımdan geçiyor. Süzüyorum baştan aşağı, arkasına bastığı ayakkabıları topuğu yırtık çoraplarını teşhir ediyor.

Tersimden kalkmış gibi, gözüme batıyor her şey. İki büklüm bir yaşlı kadını izledikten hemen sonra, onun arkasından gözüme ilişen genç bir kızı izliyorum. Beyaz dişleri parlıyor mutluluktan. Gençliğin güzelliği, diriliği var her deviniminde…

Mutlu insanlar hemen kalabalıklar içinden öne çıkar beni etkiler.

Bu yaşta böyle olur. El elle, kol kola, sarmaş dolaş dolaşılır. Kızın beline dolanmış kılı kolun sahibi, eğilmiş, gülümseyerek durmadan bir şeyler anlatıyor kızın kulağına. İnce bir tebessümle cevap veriyor kız. Ayakkabı ince topuklu, etek uzun, üzerindeki beyaz buluz son derece şık.

Başındaki türban giyimi ile bir tezat içinde, eğrelti duruyor. Sanki onu biri oraya zorla iliştirmiş gibi duruyor. Yanımdan gelip geçtikten sonra arkasından bakıyorum.

“Hop. Önüne baksana ayı” diye çıkışıyor çarptığım adam…

“Pardon pardon” demekten başka bir şey aklıma gelmiyor…

Olan oldu sabah sabah ayı da olduk. Yapacak bir şey yok. Adam haklı “Sana ne be adam elin kızından, kadınından, başındaki turbandan. Önüne baksana” diyorum kendime…

Merak, önyargı ve beklide daha çok kendi kendisi ile çelişen bu yaşamlar karşısında ne yapacağını bilmez yol aramanın kurbanı oldum…

Bunca çelişki, bunca olmazın bir arada oluşu bize özgü bir şey olmalı. Bir yanımız giderek dindarlaşıyor diğer yanımız ise düşmüş sokağa… Arabesk yaşam böyle bir şey mi. Yan yana gelmesi imkânsız, en olmazların bir arada, bir yerde buluştuğu, kendi içinde kendini inkâr eden yaşamlar… Hepimizde biraz böyle, bu toprakların insanın

İskele kendini seçim heyecanına kaptırmış. Her yan bayrak ve flama. Yerlerde el ilanları, kâğıt, konfeti ve kirlilik…

İskeledeki gazete bayisindeyim. Bakınıyorum. El altında yok alacağım gazetelerden biri. Sabırsız bir ses “Buyurun” diyor.

Görünürdeki gazeteleri görünce inadına kendimce muhalif olduğuna karar verdiğim gazete adlarını sıraladım art arda: “Birgün, Evrensel, Özgür Gündem bir de Cumhuriyet.”

Milli Gazete, Akit, Zaman en üstte, Spor gazeteleri ve bulvar gazetelerinin altından çıkartıp uzatıyor gazetelerimi. “Sen de bunları mı okuyorsun” der gibi…

Bir inatlaşma içindeyiz, anlamak ve bilmek yerine inatlaşan, restleşen tek toplum biz miyiz?

Beşiktaş’a motorla mı geçsem vapurla mı derken kendimi motor iskelesinde kuyrukta buluyorum. Yosun ve tuz kokusunu içime çekiyorum. Suyun üzerinde yüzen pisliğe, yüzen pet şişelerini görmemek için havada dolanan gri bulutlara aldırmadan uçuşan martıları izliyorum.

“Allah ne verirse hayırlısını versin” diyor önümdeki şişman kadın. Onun önündeki az dönerek.

“Utanma, sıkılma, kalmadı anam” diyor…

“Kıçını başını açıyor, fıldır fıldır dolaşıyor dayak yediğinde de soluğu babasının evinde alıyor. Şimdi de tutturmuş boşanacağım diyor.”

Öndeki bu sefer dönmeden “Babasında bütün kabahat… O arka çıkıyor kızına. Bir de sözüm ona öğretmen olacak.”

Keskin bir hacı yağı kokusu, denizden gelen yosun ve tuz kokusunu bastırıyor. Arkama dönüp bakıyorum. Başında beyaz takkesi, terbiyeli sakalıyla bir hacı… Dudakları sürekli kımıldıyor. Mırıl mırıl içinden dualar okuyor.

Motor yanaştı…

“Beşiktaş, hemen kalkıyor” diye bağırıyor genç bir oğlan Karadeniz şivesiyle.

“Dur amca denize düşüreceksin beni” dememe aldırmıyor Hacı amca, durmadan iteliyor… Yana çekilip “Geç” diyorum. Mırıltılarla geçiyor yanımdan ve yaşından beklenmeyen çeviklikle kendini atıyor motora.

Hepimize motorda yer var.

Boğazın ortaladık Dolmabahçe, Üsküdar, karşıda Sarayburnu. Güzelim Kız Kulesi. Boğaz Köprüsü, o arkamda kalıyor.

Kayıklar, küçük motorlar ve tekneler suyun üzerinde dağınık yol alıyorlar. Uzaktan bir şilep geliyor ağır yükü altında sulara batmış. Sürükleniyoruz akıntıda, motor kısmen yan gidiyor. Eskiden orak çekiçli gemiler geçerdi Nazım’a selam yolladığımız Marmara’dan gelip Karadeniz’e çıkarlardı…

Az önce sıradaki kadınlar kaldıkları yerden devam ediyorlar dedikoduya… Yanmayan, yanıp sönen çakmaklarla sigaralar yakılmaya çalışılıyor. Elim gömleğimin cebine gidiyor vazgeçiyorum… Az sonra ineceğim nasılsa. Yılmaz ile karşılıklı kahve içerken sigara içmek aklıma geliyor.

Kitap kokusu içinde, bildik bir dilde kitaplardan konuşurken kahve yudumlayıp sigara tüttürmek her nedense çok iyi bir fikir gibi geliyor bana. Bir de bırakmayı düşünmeye başlasam artık şu meretti hiç fena olmayacak…

Beşiktaş İskelesi kalabalık, Motordan inen, kalabalığa karışıp kayboluyor. İtmeler, dürtmelerle iniyorum motordan. Kılığı kıyafeti dili ile ılımlı İslam’a hazırlanıyor ülke. Öfkeyle gelen bir can sıkıntısı yapışıyor yakama.

Bir an önce Taksim’e çıkmalıyım Yılmaz’ı bekletmeyim…

 Hasan KAYA