“Ben anlamıyorum” diyordu masamıza oturan kır saçlı, kır bıyıklı arkadaş. “Neyi anlamıyorsun?” diye bizim sormamıza fırsat vermeden. Başladı art arda yeminler etmeye.
“Vallahi de, billahi de ben anlamıyorum; bu Kürtler ne istiyorlar?”
Sonra hiç soluk almadan; “Bu işin içinde bir iş var” diyerek devam etti. Birilerinin parmağından söz ediyordu durmadan. Parmaklamayı bıraktı, yara kaşımadan söz etti. Sonra durdu birden çok önemli bir şey bulmuş gibi yüzümüze baktı ve devam etti. Eğitimsiz, insanın kolay kandırılacağı, kışkırtılacağından söz etmeye başladı.
Sözü bir yere bağlar mı diye beklerken; Kürtlerin zır zır cahil olduğunu, bu yüzden de ne istediklerini bilmediklerini söyleyerek noktayı koydu. Kendice derin bir tahlil yaptığını düşünerek gururla sandalyenin arkasına yaslandı…
Şimdi bir şeyler deme sırası bizdeydi. O diyeceğini demişti.
Benim içimden hiçbir şey demek gelmiyordu. Lafa nereden başlayacağımı bilmiyordum. Bir şey demem gerekiyor muydu onu da bilmiyordum.
Sessizlik masadaki havayı keskin bir bıçak gibi orta yerinden ikiye ayırmıştı. Öyle durduk karşılıklı… Canım da bir kahve istemişti ki sormayın. Neyse ki garson yakındaki masaya servisi yeni bitirmiş çay ocağına dönüyordu sesimi az yükselterek “Az şekerli bir kahve” dedim.
“Çay” dediler diğerleri…
Kürtleri anlamayan arkadaş yine başladı söze. Sesi biraz yumuşamış, sakindi artık. “Feodalite çözülmeden bu sorun çözülmez” derken çaylar ve benim istediğim kahve geldi. Başını kaldırmadan gözü çayını karıştıran elinde; iş, aş dedi. Ağa zulmü dedi. Kandırılmış çocuklar dedi durdu.
“Bin yıldır kardeşiz. Kız almış vermişiz. Et tırnak olmuşuz bu cennet vatanda.” diyordu.
“Ne istediler de olmadılar?” diyip saydı sırladı olunan meslekleri, gelinen tüm makamları. Liste uzun. Bitmez sandığımızda bitti…
Her şey olan Kürtlere Kürt olmak yasak sanki…
Fincanın ince kulpu iki parmağım arasında; aklımda önce koklamak sonra kahveyi höpürdeterek içmek vardı. Temkinli yanmaktan sakınarak ilk yudumu aldım. Ağzımda kahve tadını dolaştırdım. Kime yazılacaktı şimdi bu kahvenin kırk yıllık hatırı…
Sonra bir yudum daha…
Sol yanımda oturan demirci Ekrem sabırla bekliyordu. Ben dişimi sıkmış susuyordum…
Eteğinde taş gezdiren adamlar o taşları rast gele atıp kurtulmak isterler.
Bekledik.
Sıra çakıl taşlarına gelmişti. Beş çakıl taşı, beştaş oynuyoruz. Atıp tutuyor, atıp topluyor…
“Kürtlerin ne istediğini bilmeyen arkadaş kendi ne istediğini biliyor mu?” diye aklımdan geçiyor.
Ben biliyor muyum ne istediği mi, Türkler biliyor mu, kim biliyor…
Kahvem soğusun istemiyorum. Bir yudum, bir yudum daha alıyorum. Esmer gülen bir Kürt çocuğun kırık dökük Türkçesi ile uzaklardan el sallaması geliyor gözlerimin önüne. Eğilmiş taş alıyor yerden. Cebine koyuyor bir kaçını, biri elinde, avucunda saklıyor. Bir atsa kafamız gözümüz yarılacak diye ürküyorum.
Kime atacağını bilen kararlıkla arkasını dönüyor. Köşe başını tutuyor…
Kürt çocukların, sokak aralarında panzerlere diklenmesine, taş atmasına hop oturup, hop kalkanlar, kıyameti koparanlar, şimdi biliyor mu kime taş attıklarını, kimi yaraladıklarını… Söz taştan ağırdır. Her sözün atılan taştan daha çok yürek yaraladığının farkındalar mı?
Hasan KAYA
21 Şubat 2011